Bir Akbük Hikayesi…
Takvimler 15 Nisan’ı gösterdiğinde, Akbük’e taşınalı bir yıl oluyordu...
Bundan tam bir yıl önce malını mülkünü bırakıp sahibi olduğu şirketin yönetimini de vekâleten genel müdürüne devretmiş ve doğup büyüdüğü, gençlik yıllarını geçirdiği, hayatını zindana çeviren İstanbul’dan kaçmıştı.
Tam olarak ne yapacağını, nereye gideceğini kendisi de bilmiyordu. Kendini yollara vurdu. Ve yolunun üstündeki bir yerde, Ege Bölgesinin az bilinen, denize kıyısı olan Didim’e on üç kilometre uzaklıktaki Akbük beldesinde demir attı.
Oranın büyüsüne kapıldı. Yerleşmeye karar verdi.
Akbük, önceden ilçeymiş, anlatılanlara göre. Sonradan, mahalle statüsüne dek düşürülerek belediyesi kapatılmış.
Didim’in merkezine göre daha sakin bir yerdi Akbük. Orta yaş nüfusu çoğunluktaydı. Gençleri oldukça azdı. Yani tam bir kafa dinleme yeriydi. Üstelik İzmir ve Aydın gibi büyük şehirlere de yakındı.
Temiz havası, bol yeşili, meşe, ladin, fıstık çamı gibi ağaçları olan ferah bir yerdi. Önceleri, zeytinlikler daha geniş yer kaplamış, bu cam gibi pırıl pırıl denizi olan şirin beldede. Yazlar cırcır böceklerinin, kışlar rüzgârın tatlı melodisiyle geçermiş.
Ama onun, koca bir yılı doldurmasına rağmen, kimseyle fazla muhabbeti olmamıştı. Yalnız takılırdı. Av sezonu boyunca, satın aldığı küçük bir tekneyle, tutkunu olduğu denizde vakit geçirmek için evden çıkar, akşam hava kararmadan da evine dönerdi.
Av sezonu bitince de ormanda dağ bayır demeden dolaşır, sessiz ve sakin yerlere kaçıp insanlardan uzak durmaya çalışırdı. Ya da evinin arkasındaki bahçede yetiştirdiği sebzelerle mutfakta yemek yapmaya çalışarak bir şekilde oyalanırdı.
Kasabalılar kendisine yakınlık gösteriyorlardı oysa. Sıcak davranıyorlardı. Ve onun bu haline bir anlam veremiyor, kendilerinden uzak durmasını yadırgıyorlardı. Oysa kahvehanede ne konuşuyorlardı ki, onu rahatsız edecek? Başlıca konuları, o yılın bağ bahçelerde, zeytinliklerde yetişen mahsullerin durumu, ürünlerini toptancıya kaçtan satacaklarıydı. Ya da beldeye yeni gelen Ahmet Bey’in tavır ve davranışını konuşurlardı, bir araya geldiklerinde.
Halil Ağa:
“Evi kiraya veren emlakçı Harun’a sordum,” demişti ilk sohbetlerinde. “Adı Ahmet’miş. İstanbul’dan gelmiş. Ama neden geldiğini söylememiş.”
Yusuf Ağa:
“Evet, ben de duydum İstanbul’dan geldiğini,” diyerek Halil Ağa’yı desteklemişti. “Ailesi yokmuş. Evde tek başına kalıyormuş. Yalnız kalmasın diye yakınlık da gösterdik ama nedense yine de soğuk davranıyor.”
“Biz sıcakkanlılığımızı, insanlığımızı gösterdik,” demişti Halil Ağa. “Gerisi, onun bileceği iş. İnsan hiç tanışmak istemez mi? Gelip bir çayımızı içerek dostluk kurmak istemez mi? Ama adam gelmiyor işte... Şaşılacak bir şey!”
“Telefonla konuşurken duydum sesini. Konuşması, bize göre farklı. Şivesi düzgün. Giyimi kuşamı, dikkat çekici ve çok şık... Zengin, önemli birine benziyor. Ama böyle az gelişmiş bir yerde ne arar? Neden gelmiş buraya?”
“Tabii konuşması düzgün olacak. İstanbullu. Önemli biri ve zenginse de şık giyinecek elbet. Buraya neden geldiğini de zaman gösterecek artık.”
Bir bilselerdi Ahmet Bey’in üniversite mezunu, şirket sahibi bir iş insanı olduğunu... Bir bilselerdi hikâyesini... Bu meraklı soruları birbirlerine sorarlar mıydı acaba?