Gelin bu hafta her şeyi boş verelim; ne politika, ne siyaset, ne şehir, ne üniversite, ne edebiyat, ne şu, nede bu, sinema diyelim… Evet sinema ama ne bestseller olmuş yapımlar ne seri filmler, ne Amerikan, ne Fransız, ne İngiliz sineması… Şimdilerde ekran başına kilitlendiğimiz “ucuz” yapımlara inat onlarca yokluğun içinde çekilmiş, her biri ayrı bir sosyal yaraya parmak basan sinemamız ve filmlerimiz…
Kahramanımız basar yaygarayı feryat figan ağlamaktadır, annesine sarılmış “anneee karnım ağrıyoooooor hadi eve gidelim”dir, gözyaşlarının içindeki replik… Oysa karnı değil kalbi ağrıyordur o saatlerde, yüreği avcunda ezilmiş bir kenara atılmıştır… Yıl 1978 veya 1979, siyah beyaz televizyonda oynayan filmin adı “Gelin”dir… Ö. Lütfü Akad’ın GÖÇ (Gelin, Düğün, Diyet) üçlemesinin ilk filmidir… Meryem (Hülya Koçyiğit) evden çıkan Osman’ın (Kahraman Kıral) tabutunun ardı sıra koşarak evden çıkar, kavak ağacına bağlı koçun ipini keserek serbest bırakır ve koç, bahçe kapısından çıkıp evden ayrılan tabutun peşi sıra yürüyerek gider, en sonunda kameranın önüne gelir ve orda kalır… İşte bu sahnedir kahramanımızın; “anneee karnım ağrıyoooooor hadi eve gidelim” diye ağlamasına sebep…
Henüz televizyonumuz yoktu o yıllarda, akşamları pencerenin önündeki kanepeye oturur sokağın karşısındaki evin penceresine düşen televizyonun gölgesini izlerdim yada amcamlara giderdik televizyon izlemeye, o zaman kendi yaşıtım çocukların oynadığı filmleri daha bir heyecanla, tutkuyla izlerdim.
Yine bir akşam odadaki büyük çoğunluk bütün dikkati ile televizyonun önündeki yerini almıştır. Belki film renkli ama izleyenler siyah beyaz ekranın önünde siyah beyaz duygularla izlemekte filmi… Gri’nin yeri yok odada, her şey net siyah – beyaz… “Canım Kardeşim”dir filmin adı… Yoksulluklarına rağmen hayatı dolu dolu, mutlu yaşamaya çalışan insanların hikayesidir… “Ben masal anlatmadım efendi, seni insan sandım derdimi söyledim, polis çağır istersen, jandarmaya haber ver, kanını satarak kardeşine bir yemek yedirdi diye istersen astır beni”nin hikayesidir… Karakter oyuncusu çocuk lösemi’dir ve son arzusu evde televizyon ister… Eve gelen televizyonun hikayesidir (yıllar sonra bir televizyon hikayeside Yılmaz Erdoğan’dan izlemiştik) aslında hikaye ve finalde Tarık Akan’ın kardeşine (Kahraman Kıral) sarılıp “Kahraman” diye ağlarken ki durumu karşısında Halit Akçatepe’nin yüz ifadesini ekranda dondurup defalarca izlemek gerek… O kadar gerçek, o kadar sahicidir ki, gülerken de, ağlarken de yanağınızdan inen iki damla yaş buna delildir.
Kimi zaman yere uzanıp, radyoya dayayıp kulağını, radyoda türkü dinlemektir. Ekrandaki maşrapayı hayal ederek fonda çalan saz eserlerini dinlemektir, kimselere çaktırmadan alt kattan gelen televizyonun sesine kulak verip; “yayın başlamıştır, şimdi film başlayacak anneeee, hadi nooooolur amcamlara gidelimdir”… Sinema…
“Mavi Boncuk”tur bu akşam ev halkını kahkahaya boğan filmin adı... Daha geçen hafta herkesi ağlatmamış mıydı bu adamlar… Sinemanın devleri var; Münir Özkul, Adile Naşit, Tarık Akan, Zeki Alaysa, Metin Akpınar, Halit Akçatepe, Kemal Sunal ve tabiiii Emel Sayın… O küçük ekrana nasıl sığar ki bu dev adamlar… “Aşağıya bakmayın salak salak, Yokarıdan geldi bizim dangalak”… Epey bir müddet dilimde pelesenk olmuştu bu küçük Metin Akpınar tınısı… Oh beee o kadar güldük, eğlendik ve nihayet mutlu sonla bitti… Filmin en önemli repliklerinden biride; “Bu hafta ağlamadık işte, aman basamaklardan yavaş çıkalım deden uyanmasın sesimize”dir…
Kocamaaaaaan üç katlı ahşap ev haliyle birinci kattan yukarı çıkarken merdivenlerden abuk subuk sesler çıkardı garç – gurç…
Bu yıl amcamlar Almanya’dan getirdikleri televizyonu bize bırakmışlardı giderlerken… Türkü diyenleri de izleyebilecektik artık “Göğüüüll dağı yağmur yağmur, boran oluncaaaa”… Anneeeee bu Neşet Ertaş değil mi? Bak buda Aşıkmış, İsmail Daimi; “Yıldız gibi muallakta, doğarken gördüm şafakta, gerdanında nokta nokta benlerini sayamamkiii”… Radyoda da çıkıyordu bu türküler, Radyo dinleyebilirsin ama televizyonu açmak düğmeleri ile oynamak yasak, sadece babalar açar televizyonu…
Evdeki televizyon artık renklenmiş, beraberinde birkaç tanede kanal gelmiştir. İlyas’ın (Kadir İnanır) yokuş yukarı çıkan kamyonunun rengi kırmızıdır, tıpkı önü sıra kovaladığı Asya’nın (Türkan Şoray) başındaki yazması gibi… Cengiz Aytmatov’un unutulmaz eseridir, senaryolaşıp, Atıf Yılmaz yönetmenliğinde evlerimize giren film…
“Durursam bir daha kurtulamam..
Ziyanı yok gülüşü yeter bize..
Yüreğim kaydıysa günah mı?..
Çamura saplansam yardıma gelirmisin?..
Elini tuttum sıcacıktı, yüreği elindeymiş gibi..
Elinden tutuversem benimle gelir mi?
Seninim işte alıp götürsene beni..”
Finalde Samet (Elif İnci), Cemşid’e (Ahmet Mekin) koşmuştu... “Babacım” diyerek… “Samet ona baba demişti, onu babalığa seçmişti, Sevgi neydi; sevgi iyilikti, dostluktu… Sevgi, emekti !…”
Asya, emeğin peşinden giderken, Halit Akçatepe’nin bakışlarının aynısıydı, İlyas’ın ekranda donup kalan bakışları…
Bende derin izler bırakan, her biri Türk Sinemasının ayrı bir kilometre taşı olan filmlerdi bunlar. Bizi bu filmlere bağlayan en önemli şey günübirlik hayatlarımızdan kesintiler aktarmasıydı bizlere. Kim bilir belki yeniden izleriz, senaryosu ile, oyuncuları ile, kameramanı, yönetmeni, ışıkçısı, sesçisi ile bizden olanların yaptığı, bizi anlatan filmleri…
Görüşmek umudu ile…
o_karahan@hotmail.com