İlk köprünün, bir akarsu üstünde karşıdan karşıya uzatılmış bir ağaçtan ya da taştan oluşan kiriş köprü olduğu sanılmaktadır. İlk Asma Köprü, sıcak iklim memleketlerinde kenevir ve asma cinsinden bitkilerin bükülmesi ile yapılan ip halatların, iki sabit nokta arasında bağlanmasıyla kurulmuştur. Köprülerle ilgili en eski yazılı belge, Yunanlı Tarihçi Herodotos’un (MÖ. 485–425) sözünü ettiği MÖ. VIII. yy.da Babil’de Fırat Nehri üzerindeki köprüdür. Yine tahminen milattan 400 sene sonra Swat yakınında, İndus nehri üzerinde bu tip bir asma köprü kaydedilmiştir.
Bugün Dünyanın birçok şehrinde, o şehrin simgesi olmuş, sembolleşmiş köprüler vardır, işte İstanbul’da ki Boğaz Köprüsü’de (15 Temmuz Şehitler Köprüsü) o köprülerden biri olmasını ziyadesiyle hak etmektedir.
Cumhuriyetin İlanından sonra ülkemizin tanınmış iş adamlarından Hemşerimiz Nuri DEMİRAĞ, 1931 yılında Anadolu ve Rumeli yakalarını birleştirecek bir köprünün proje hazırlıklarına başlar. Amerika’dan uzmanlar getirir. Köprü Ahırkapı’dan Doğancılar’a uzanacak, 8 ayağı karada, 16 ayağı denizde bulunacaktı. 2560 metre uzunluğa, 20,73 metre genişliğe sahip olacak köprünün 1600 metresi denizde, 960 metrelik kısmı da karada inşa edilecekti. Deniz seviyesinden yüksekliği ise 53,34 metre idi. Kumkapı’dan bir makasla ayrılacak köprüden tren geçerek Doğancılar üzerinden Haydarpaşa’ ya bağlanacaktı. Tren hattının iki tarafında tramvay, otomobil ve otobüsler için ayrı ayrı yollar bulunacaktı. Yolun İki kenarını ise yayalara tahsis edilecekti. O döneme göre bu büyük proje Mustafa Kemal Atatürk’ün uygun görmesine rağmen, devrin Nafia Vekili Ali Çetinkaya’nın muhalefeti ile karşılaşıldı ve tatbik edilemedi. Sonraki yıllarda İstanbul’ a köprü yapılması yönünde çeşitli söylemler devam etti.
1960’lı yılların sonlarına doğru İstanbul’da İki yakayı birleştirecek bir köprünün yapılması fikri yine gündeme gelir. Ancak bazı çevreler köprünün gereksiz olduğunu, bu köprüden zenginlerin geçeceği, halkın boş yere vergi vereceği gibi bir sürü sözler söylerler. Köprünün yapılmasının gerekli olduğu anlatılırken, Köprünün yapılmasına karşı çıkan, gereksiz bir yatırım olduğunu savunanlarda olur. Bütün bu itirazlara ve muhalefete rağmen 1967 yılında Karayolları Genel Müdürlüğü “İstanbul Çevre Yolu ve Boğaz Köprüsü Ekonomik Etüdü” adlı rapor hazırlar ve 1968 de Boğaz Köprüsünün projeleri hazırlanır. 20 Şubat 1970 tarihinde büyük bir heyecan ve katılımla, 1. Köprünün (15 Temmuz Şehitler Köprüsü) temeli atılır. Köprünün temelinin atılmasıyla birlikte, yapım aşamaları yerli ve yabancı basının gündeminden hiç düşmez. Köprü, sadece basının değil, kahvehanedeki, sokaktaki halkın da sohbetlerinin konusu olur. Sivas’lı Ahmet’ de Köprünün yapılışına tanıklık eden hemşerimizdir. Ahmet Köprünün yapılsın mı? Yapılmasın mı? Tartışmalarının yaşandığı o dönemlerde, yaşadığı bu mutluluğu ve gururu kendi lisanınca kaleme alır 1973 yılında memleketi Sivas’a ailesine mektup yazarak gönderir. Yıllar sonra arşivlerde bulduğum bu mektupları derleyerek sizlerle paylaşmak istedim. Yarım asır sonra ulaşımın nereden nereye geldiğini görmek adına bu mektupların çok anlamlı olduğunu düşünüyorum. Hemşerimiz Ahmet hayatta mıdır bilemiyorum ancak hayattaysa sağlık, değilse Allah’tan rahmet diliyorum.
Sivas’lı Ahmet’e bırakalım sözü;
Ben Hasan oğlu Ahmet, 39 yaşındayım. Sivas’lıyım. Hüseyin Kalfanın yanında beton işçisi olarak çalışıyorum. Tam onüç apartmanın inşaatında çalıştım şimdiye dek. Bunlardan bazıları pek güzel, pek heybetli oldu. Zaman zaman önlerinden geçer, pencerelerine bakarım. Kimler oturur, içerisini nasıl döşemişler, bilmem. O binanın harcına ter kattığımı hiç bilmezler.
Ben, Hasan oğlu Ahmet, yalnız o evleri değil, İstanbul’ un bütün evlerini severim. Gecekondusundan sarayına kadar bütün evlerini. Bir gün kendi gecekondumu yapacağım, ümidimi yitirmedim.
Ben, Hasan oğlu Ahmet, hep inşaat yapılsın isterim, yol yapılsın, köprü yapılsın isterim. Ve ben, Boğaz’ a köprü yapılmasını ilk düşünen, ilk isteyen vatandaşlardan biriyim, belki de birincisiyim.
Ben, bir kere deniz üstünde yürüdüm. Düş kadar güzel ve adım kadar güzel bir olaydır bu. 1953 yılında, koca koca buz parçaları Boğaz’ı doldurmuş, vapurlara geçecek yol bırakmamıştı. İstanbul’ un karası günlük güneşlik, denizi buz olmuştu! Nereden akıp gelmişti o koca buz parçaları? Bilmiyorum, ama erimiyorlar, kırılmıyorlar, açık denizden Boğaz’a doldukça sıkışıp birleşiyorlardı. Bir balıkçı, bunların arasında sıkışıp kalınca kayığını bırakmış, buzların üzerinden yürüyerek karaya çıkmıştı. Söyleseler inanmazdım, gözlerimle gördüm bunu. Sonra bende atladım denize, kıyıya kadar sokulan koca bir buz parçasının üstüne çıktım, sonra yanındakine, ondan öbürüne atlaya atlaya taa içerilere kadar gittim. Daha sonrada, yine buzların üzerinde yürüye yürüye geri geldim, karaya çıktım. Düş değildi bu, gerçekti: deniz üzerinde yürümüştüm. Ve demiştim ki kendi kendime: “Ortaköy’den Üsküdar’a ya da Beylerbeyi’ne dubaların üzerinden yürünerek geçilemez mi? Geçilir elbet! Ortaya yakın bir yerde, duba üstüne duba koysalar ve bir kemer yapsalar, bu kemerin altından da vapurlar geçemez mi? Geçer elbet!
İşte ben böyle düşünmüştüm Boğaz köprüsünü. Bu düşünce kafama gelinceye kadar kimseden böyle bir şey işitmedim. Onun için diyorum ki, ben Hasan oğlu Ahmet, kendi neslim içinde, Boğaz’a köprü yapılmasını ilk düşünen insanım. Benim düşündüğümü yapmadılar, asma köprü yapmaya karar verdiler. Boğaz’ın iki yanına dört minare boyunda iki ayak dikecekler, üzerinden çelik halat geçirecekler.
Gazetenin biri diyor ki, “Temeli atılan Boğaz Köprüsü Deli Dumrul Köprüsü olacak...” Bunun ne demek olduğunu Hacı Osman anlattı: Geçenden on lira, geçmeyenden kanun zoruyla yirmi lira alacaklarmış. Yani bizim ödediğimiz vergi ile yapılacak olan bu köprüden, otomobili olan zenginler on lira verip çarçabuk geçeceklermiş. Yalnız zenginlerin işine yarayacakmış ve ne kadar milyara mal olacakmış biliyor musunuz? Milyar dediğin bin milyon demek ki binlerce milyon!... Binlerce milyonla neler yapılmaz? Fabrika yapılsa işçiye iş bulunur; hastane yapılsa hastaya yatak bulunur; Doğuya yol yapılsa, köylü ürününü şehre götürür… Sonra köprü parasını yabancılar verecek, geçiş ücretlerini onlar alacak, kazanç onların olacakmış. Saymakla, ödemekle bitmeyecekmiş borcumuz. “Bizim hükümetin ayranı yok içmeye…” diyordu kahveci.
Canımın sıkıntısı işte bu yüzden. Ben, Boğaz’ a köprü yapılsın isterim. Ama ne diye binlerce milyon!.. Ne diye otomobille geçen daha az vergi ödeyecekte, yaya geçen ben garip daha çok ödeyeceğim. Neye kompradorlara yol var da işçiye fabrika yok!.. Ben de çekip giderim Almanya’ ya, geçmem o köprüden!..
Böyle düşündüm somurttum. Tavla oyunundan sonra canımın sıkıntısı yine geçmedi. Nargileci Emeli Kazım Bey’e açtım derdimi.
-Sen ne diyorsun Kazım Bey bu işlere?
-Hangi işlerden bahsediyorsun Ahmet dedi.
-Şu köprü ceremesi işi.
-Ha anladım, o kavgaya kulak asma sen, kervanın yürümesini dilerim.
-Ha öteki gazetenin kervanı mı? O yürüyor canım, bütün Anadolu’yu dolaşıyor, sporcuları ve de topçuları dolaştırıyor, ama ben onu demiyorum.
-Ben de onu demiyorum. Bak beni iyi dinle: Gazeteyi okumak başka, okuduğunu anlamak başka. Bizim gazetelerin dilini pek az kişi anlar. Bu yaşıma geldim, gazetelerin hükümet tarafından başlatılan bir büyük işi, bir cüretli işi, teşvik ettiklerini kötülemediklerini hiç görmedim. Yine de her şeyin doğrusunu gazetelerden öğrenirim ben, yalnız deminde dediğin gibi, okuduğunu anlamak gerek.
-Yani gazeteler yalan mı yazıyor, doğru mu?
-İşte bütün mesele burada: Bizde gazete dediğin doğruyu gizleyen, yalanı süsleyen demektir. Yazdığının ne kadarı yalan, niçin yalan, işin doğrusu lafın neresine gizlenmiş?.. Türkiye’ de gerçek gazete okuyucusu işte bunu anlayandır. Türkiye’ de gazete okumak ve mana çıkarmak için en az çeyrek asırlık tecrübe gerek. Bir hünerdir bu… Ve daha birçok şey söyledi Kazım Bey, pek anlayamadım. Köprü konusunda bana ümit mi verdi, ümitsizlik mi? Bunu bile anlayamadım.
(DEVAMI HAFTAYA)