Eren Tunç

Tarih: 01.07.2024 23:00

PARA, NELER YAPTIRMIYOR Kİ!

Facebook Twitter Linked-in

Ellili yaşların sonundaydı Ahmet Bey. Orta boyluydu. Eşinin ölümünden sonra, salmıştı kendini. Beslenmesine dikkat etmez olmuş, zayıflamıştı. Yavaş yavaş saçları ağarmaya, yüzünde acı yaşanmışlığın izleri belirginleşmeye başlamıştı.

Evet, zengin bir iş insanıydı o. Mutluydu. Geç yaşta da olsa, eşiyle severek evlenmiş, güzel bir yuva kurmuştu. Mutlu yuvalarında, doğacak çocuklarını bekliyorlardı.  Hayatı  düzene girmişti. Diledikleri, zamanla tek tek yerine geliyor, muradına eriyordu.  Bundan  dolayı da çocuklarının adını Murat koymaya karar vermişlerdi.

Ama bu mutlulukları çok fazla sürmedi. Eşini ve doğmamış çocuğunu, gebelik zehirlenmesinden (preeklampsi) kaybetti. Bu durum, onun ruhunda acı ve derin bir sarsıntı yarattı. Ruhundaki bu sarsıntı, kolay kolay unutulacak, atlatılacak gibi değildi.

Her gün eşiyle çekilmiş resimlere bakıp


“Ben bu acıları yaşayacak ne yaptım? Neden ben?” diye ağlayarak isyan ediyordu.

Yaşadığı ruhsal sarsıntıyı, bir buçuk ay psikiyatri hastanesinde yatıp tedavi olduktan sonra, atlatır gibi oldu. Ama içine kapandı. Ve yaşamını bu şekilde devam etti.

İşte onun yürek yakan hikâyesi böyleydi. Soru sorup kapatmaya çalıştığı yarayı tekrar kanatmasınlar diye herkesten uzak durmaya çalışıyordu.

Ta ki o güne kadar...

Her sabah olduğu gibi, yine erkenden kalkmış, teknesine gidiyordu. Balığa çıkacaktı yine. Ve her günkü gibi, yine kahvehanenin önünden geçti. Kasabanın sıcak yüzlü insanları, kahvenin bahçesine çöreklenmişlerdi yine. Halil Ağa, onu görür görmez dostça seslendi:

“Günaydın, Ahmet Bey! Balığa mı? Buyur gel, bir çayımızı iç.”

Her günkü gibi, oturası yoktu onun da. Bir an önce uzaklaşmak istiyordu buradan: “Teşekkür ederim,” diyerek yürümeye devam etti. “Oturmayayım. Gideyim ben.”

İşte ne olduysa o anda oldu. Yusuf Ağa, sandalyesinden fırladığı gibi karşısına dikildi. Onu kolundan tutup ısrarla bahçeye doğru çekiştirdi. Bir sandalyeye oturttu. Sitemli bir sesle:

“Beş dakika otur yahu,” dedi. “Biz sana yakınlık göstermeye çalışıyoruz. Ama sen, aylardır buradasın ve ne doğru dürüst bizimle konuşuyorsun, ne de gelip bir bardak çayımızı içiyorsun. Neden hep bizlerden kaçıyorsun? Farkında olmadan bir kötülük mü ettik sana? Bir kusurumuz mu oldu? Olduysa söyle, özür dileyip bu soğukluğu bitirelim.”

Ahmet Bey, onun bu sitemi karşısında ezildi. Bir an ne diyeceğini, nasıl bir yanıt vereceğini bilemedi. Buruk bir gülümseme yerleşti yüzüne. Gözleri nemlendi. Boynunu bükerek:

“Size karşı soğuk davrandıysam ve bu davranışımı üzerinize alındıysanız özür dilerim,” dedi, fısıltıyı andıran kırık bir sesle. “Benimle ilgilendiğinizin, bana yardımcı olmaya çalıştığınızın, dostluk kurma çabanızın farkındayım. Ama benim yapım bu işte. Genellikle insanlarla arama mesafe koyup uzak durmayı tercih ediyorum.”

“Neden?” diye atıldı Halil Ağa. “İnsanlardan kaçtığına göre, büyük bir kalp  yaran olmalı. Seni çok incitmiş olmalılar ki buraya kadar gelmişsin.”

Besbelli onu çözmek, derdini dinlemek için söylemişlerdi bu sözleri. Ama Ahmet  Bey’in çözülmeye de derdini anlatmaya da hiç niyeti yoktu. Çünkü açarsa, yarasının yeniden kanayacağını ve kendisini iflah etmeyeceğini biliyordu.

“Vakti gelince dertleşir, konuşuruz,” diyerek savdı bu soruyu. “Şimdilik konuşmayalım.

Benim için erken daha...”

“Sen bilirsin,” dedi Yusuf Ağa, anlayışlı bir sesle. “Anlatmak istediğinde, bizim dinlemeye hazır olduğumuzu bil istedik.” Sonra da dönüp kahveciye seslendi. “Rüstem, bize üç çay, tavşankanı olsun!”

“Hemen getiriyorum ağam!”

İlle ki anlatacaktı, günün birinde. Gizini ölene dek yüreğinde saklayabilen bir insan var mıydı ki? Anlatacaktı elbet. Kendilerine yeterince güvendiğinde ve rahatladığında, onların  dost sıcaklıklarını hissettiğinde anlatacaktı mutlaka. Onu şimdi sıkıştırmanın, bunaltmanın bir anlamı yoktu. Kendi haline bırakmalıydı.

Yusuf Ağa, onu rahatlatmak için konuyu değiştirmeyi yeğledi:

“Buraları nasıl buldunuz? Sevdiniz mi? Beğendiniz mi? Buralar güzeldir. Bazı sorunları vardır ama her şeye rağmen güzeldir. Çünkü buralar, yeni gelişen yerlerdir. Zamanla eksikler giderilecektir.”

“Evet,” diye yanıtladı Ahmet Bey, garsonun getirdiği çaydan bir yudum alarak. “Burayı sevdim, beğendim. Havası temiz, yeşili bol ama şu güzelim ormanlara nasıl kıymışlar? Çok yazık...”

“Şu para denilen lanet şeyin gözü kör olsun,” diyerek öfkeyle soludu Halil Ağa. “İşin işine para girince insanoğlu neler yapmıyor ki! Her yeri betona kesip kesip duruyorlar. Oysa buralar, bizim küçüklüğümüzde tümüyle zeytinlikti.”

Bu cümle, sözün sonuydu. Herkes, yüreğinde aynı acıyı hissederek sustu. Bir süre sessizliğe büründüler. Efkârla çaylarını yudumlarken, kıyıya yanaşan balıkçı teknesini izlediler.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —