Sivas Lisesi’nde öğrenciyken, 1957 yılında, Türkiye'nin Fiziki Coğrafyasını okumaya başlamıştık. O vesileyle ben de Sivas'ımızın Fiziki Coğrafyasını didik didik ederek incelemiş ve karşılaştığım manzaradan çok etkilenmiştim:
Sivas'ılar, tıpkı Kızılırmak gibiydiler, Birçokları doğuyor büyüyor ve Sivas'ı terk edip gidiyorlardı.
O yıllarda, rahmetli dayımın üç oğlundan ikisi, teyzemin de iki oğlundan biri İstanbul'daydılar . 19 Yaşımdaydım; ama onları hiç tanımıyordum. Sözün kısası Sivas’taki hemen her ailenin bir veya birkaç ferdi, gurbet ellerindeydiler. Sivaslıların gurbette olanları da olmayanları da birbirlerine hasret kaldıklarından Sivas'ta hep gurbet türküleri söylenirdi.
Sivaslıların başlarından bu gurbet belasını savabilmelerine, atasözlerimiz bile yetmezdi. Gurbettekilerin hasretini çekenlerden birisine: “Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur” diyerek onu teselli etmeye kalkışılsa bile, o hemen: “Ateş düştüğü yeri yakar” der avunmak istemez ve üstelik: “Gidip de gelmemek var gelip de bulmamak var” diyerek “Ah ile vah ile ömrünü geçirmeye” devam ederdi. Ama ne çare ki insanların karnı günde üç kere acıkırdı ve “İnsanlar doğdukları yerde değil, doydukları yerde yaşamak” zorundaydılar.
Her bir parçası gurbette olan Sivaslıların hali böyleyken, gurbet ellerinde sıla hasretiyle yanıp tutuşanların halini tasavvur edebilmem, o yıllarda mümkün değildi.
O günlerde edebiyat öğretmenimiz Muammer Dülger Bey, bize bir kompozisyon ödevi vermişti. Konu serbest idi. Ben de Sivas’ımızın Fiziki Coğrafyasıyla, Sivaslıların, az yukarıda özetlediğim sosyal yaşantıları konusunu ele alarak kompozisyon ödevimi yazmıştım ve yazıma Sivaslılar Kızılırmak gibidir. Doğarlar büyürler ve sonra, Sivas'ı terk edip giderler diyerek başlamıştım. Ama Sivas'ımızı terk edip giden ırmağımız sadece Kızılırmak değildi. En yüksek tepelerinden biri, olan Gürleyük Dağını sırtında taşıyan Anti Torosların, güneydoğu yamaçlarından çıkan sularımız Fırat Nehrine karışıp Basra Körfezi üzerinden Umman denizine ve Hint Okyanusuna giderlerken, Kuzeybatı yamaçlarından çıkan sularımız da Kızılırmak’a karışıp Karadeniz üzerinden Akdeniz'e ve Atlas Okyanusuna gidiyorlardı.

Antitorosların daha başka özellikleri de vardı ki, bahsetmeye değerdi: Hint Okyanusu dünyanın doğusunda, Atlas Okyanusu ise batısında değil miydi? Bu iki okyanusun su bölümü hattı Antitorosların sırtından geçmiyor muydu?
Antitoroslar, "Dağ dağa kavuşmaz” atasözümüzün aksine, Toros dağlarını Karadeniz Dağlarına kavuşturmaktaydı. Çünkü: Orta Torosların kuzey kolu olan Antitoroslar, Kahraman Maraş’ın kuzey batısından ve Kayseri’nin güney doğusundan geçerek, İlimize giriyor, kuzey doğuya doğru dağınık yükseltiler halinde ilerlerken, Şehrimizin güneyindeki kesimine belirgin bir Sıradağ görünümünü kazanarak, “Kulmaç Dağları” adını alıyordu. Kulmaç Dağlarının azıcık kuzeyinde bulunan ve Kulmaç dağlarına paralel olark kuzeydoğu yönünde bir müddet gittikten sonra Kulmaç dağlarının kuzey doğu ucuna eklenen Tecer Dağları da Antitorosların bir parçasıydı. Tecer dağları da kuzey doğuya doğru uzanıyor ve en yüksek tepesi olan Gürleyük Dağını sırtında taşıyordu. Antitoroslar en sonunda, Doğu Karadeniz Dağlarının en iç sırasında bulunan Kızıl Dağa varıyor ve bu suretle dağları dağlara kavuşturmuş oluyordu.
Kompozisyonumu yazmış, bitirmiştim; ama ona nasıl bir başlık koymalıydım? “Sularını Okyanuslara Paylaştıran Sivas” mı demeliydim? “Dağları Dağlara Kavuşturan Sivas” mı demeliydim? Yoksa “Dünyanın Doğusunu Batısına kavuşturan Sivas” mı? Bunların üçü de uygun başlıklardı; ama sonunda “Dünyanın Doğusunu Batısına Kavuşturan Sivas” başlığını koymaya karar vermiştim. Böyle bir başlığı koymakla, edebiyat dersimizde öğrendiğimiz “Tecahül-ü arif” sanatını da kullanarak, “Galat-ı meşhur, Lügat-ı fasihten evladır” hükmüne de bir örnek vermiş olacaktım. Çünkü: durmadan dönen dünyanın her noktası, her an, bir yerin doğusundayken, aynı anda başka bir yerin batısında bulunmaz mıydı? Gerçek bundan ibaretken, dünyanın doğusundan batısından bahsetmek mümkün müydü?
Antik çağda Yunanlılar dünyanın döndüğünü henüz bilinmezlerken, Yunanistan’a göre güneşin doğduğu topraklara [ἀνατολή (anatolē)], adını vermişlermiş. Ülkemize Anadolu denmesinin sebebi de buymuş.
Ben de bu galat-ı meşhuru kullanarak, Sivas’ımızın dünyanın doğusuyla batısını birleştiren bir il olduğuna dikkat çekmek istemiştim.
Gece olsun, gündüz olsun, günün her saatinde, Dünya’nın doğusuyla batısını birbirine kavuşturan bu sabit ve doğal hattın büyük bir kısmı da, İlimizin sınırları içinde bulunuyordu. Antitorosların su bölümü hattının üzerindeki Kızıldağ Geçidi’nden, Sivas - Erzincan Karayolu geçerken, Yağ donduran Geçidi’nden de Sivas - Malatya Karayolu geçmekteydi. Bu geçitlerin her ikisinde de, İnsanlar birkaç adım yürüyerek, dünyanın batısından doğusuna, doğusundan batısına geçebilmekteydiler. Söz konusu geçitlerin su bölümü hattının üzerine görkemli çeşmeler yaptırıp, yükseklerindeki kaynakların sularını toplayarak bu çeşmelere bağlamak ve çeşmelerden akan suyun yarısını Fırat Nehrine akıtarak Hint okyanusuna göndermeyi, diğer yarısını da Kızılırmak’a akıtarak Atlas Okyanusuna göndermeyi tasarlamıştım. Bu projenin gerçekleştirilmesi halinde, Sivas'ımıza, dünyada bir eşi daha bulunmayan iki çeşme kazandırmış olurduk. Çeşmelerin bulunduğu yerlere 'dinlenme tesisleri kurulabilirdi. Çeşmelerden akan sularda alabalık üretilebilirdi. Böylece Sivas’ımıza, Kültür Turizmi açısından çok önemli bir veya iki tesis kazandırmış olabilirdik.
Edebiyat öğretmenim yazdığım kompozisyonu beğenmişti
Liseden sonra, yüksek tahsil için Sivas'tan ayrılmıştım ve bu ayrılık tam 45 yıl sürmüştü. Böylece gurbetteki Sivaslıların bir çoğunun ne tür sıkıntılara katlandıklarını, bilfiil yaşayarak idrak etmiştim. O yıllarda Sivas'ta Üniversite yoktu. İster istemez ben de, diğer Sivaslı akademisyenler gibi İstanbul'da kalmak zorundaydım. 1968 yılına kadar, hiç değilse her yıl düzenlediğimiz “Sivas Gecelerinde” İstanbul’daki Sivaslılarla toplanır hasret giderirdik. Zaman zaman da küçük gruplar halinde toplanarak, Sivas’ın kalkınması için nelerin yapılması gerektiğini müzakere ettiğimiz de olurdu; ama konuşulanların hepsi de lafta kalır hiç kimse her hangi bir teşebbüste bulunmazdı.
1968 yılında başlayan öğrenci hareketleri nedeniyle ortalığın huzuru kaçınca, yıllık toplantılarımızı bile yapamaz hale gelmiştik.
ANAP iktidarı döneminde, Gaziantep, Kahraman Maraş, Çorum, Kayseri, Konya ve Denizli gibi iller, Anadolu Kaplanları adıyla anılmaya başlamışlardı. O yıllarda Sivas’tan Milletvekili seçilmiş olan rahmetli Mükerrem Taşçıoğlu Bey de, Kültür ve Turizm Bakanı olmuştu (1986). Mükerrem Bey, Sivaslıların da bir vakıf kurarak, Sivas’ın kalkındırılmasını arzu etmiş; ama Sivaslıları tanımadığı için, o yıllarda çok başarılı bir konser organizatörü olan, rahmetli Egemen Bostancı Beye vakıf kurma işini de organizet etmesini rica etmiş. Egemen Bey de Sivaslıları tanımazmış ama Bakan beyin ricasını yerine getirmek üzere, Vakıf kurma işiyle meşgul olabilecek Sivaslılardan birini araştırınca, Prof Dr. Baki Sübütay Beye ulaşmış.
Rahmetli Baki Bey de bu suretle vakıf kurma işini üstlendi.

1993 yılında, 22 Mart gününün, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından Dünya Su Günü İlan edilmesi üzerine Çeşme projemin yeni bir boyut kazandığını düşünmüştüm. “Sularını Okyanuslara Paylaştıran Sivas” sloganıyla Birleşmiş Milletlerin sponsorluğunda Uluslararası Dünya Su Günü Sempozyumlarına Sivasın ev sahipliğini üstlenme olasılığını da düşünmüştüm; ama etrafımdaki umursamazlık duvarının da kalınlaştıkça kalınlaştığını da görüyordum.
Sivas Hizmet Vakfı’nın her yıl Sivas'ta yapılan Mütevelli Heyet Toplantıları vesilesiyle Sivas'a geldikçe Kızıldağ geçitine çeşme yaptırma projemden zamanın Sivas Valilerine bahsediyordum ama Sayın valilerimizden bazıları, o konuya pek sıcak bakmıyorlardı. Bu arada rahmetli Valimiz Lütfullah Bilgin Bey, Yağdonduran geçitinin Şehre daha yakın olmasından dolayı, o çeşmenin Yağdonduran Geçitine yapılmasının daha uygun olabileceğini söylemiş ve kurduğu bir keşif ekibini, Jandarma komutanlığının tahsis ettiği bir araçla Yağdonduran geçidine göndermişti. Yağdonduran geçitine doğru tırmanırken orada bulunan çeşmenin kaynağının nerede olduğunu da merak etmiştik. Kaynağın geçitten yüksekte olması halinde, o kaynağın da, geçite yapılacak olan çeşmeye yönlendirilmesi mümkün olabilir diye düşünmüştük.
Deliktaş nahiyesine doğru giden yolun sol tarafında, Yağdonduran geçidinden 40 metre yüksekte, suları boşa akan kaynakların bulunduğunu tespit etmiştik. Yağdonduran Geçidinin batı tarafında da kaynakların bulunduğunu haber almıştık; ama o kaynaklara gidememiş, onları görememiştik. O keşiften sonra Özel idarenin su kaynaklarıyla ilgili dairesinde söz konusu çeşmeyle ilgili bir proje hazırlandığından da haberim olmuştu; ama Sivas’ta devamlı kalamadığım için, sonuçta ne oldu da, o proje gerçekleştirilemedi; bilemiyorum.
