Amcamız bizim oralı.
O ki, tırpancı gittikleri başka bir köyde harala görele ekip başı kesilmiş. Bir bakıma dar alanda kabadayı olmuş da denebilir. Bu halin beslediği ruh hali yüzünden, sözün ve sohbetin ayarı kaçmış, yani üst perdeden çalıp söylemeye başlamış.
Ben söyle ağa adamım, böyle cıdırgılıyım (titiz, kendine has incelikleri olan), hatırım sayılır, tava işinden gayrısına sunah bandırmam, malımı yer keyfime bakarım türü sözler ile kılavlayıp durmuş tavrını tarzını.
Dili de tatlı olduğu için olsa gerek bu söylenenlere inananlar olmuş. “İşiniz düşerse ihtiyacı olan herkese kapım açık, buyursun gelsin” dediğini duyanlar, ırgatlık işlerin bittiği gün ekip başını ayrı bir hürmetle yolcu etmişler.
Yolcu etmişler etmesine de, kış gelince saman ve kes ihtiyacı olanlar, ekip başının dediklerine istinaden doğru onun köyüne gelmişler. Gelmişler ki bir iki çeten saman ala da götüreler. Götüreler ki kışı çıkaralar.
Sora sora tırpancılar başının evini bulmuşlar. Kanatlı kapıyı tıkılatıp içeri girmişler. Girmişler ki ne göreler, et, yumurta, tava işi yemekler, fındık fıstık gibi yiyecekler dışında hele hüle şeylere tenezzül etmediğini söyleyen ekip başı büyük bir iştahla unlu herle yiyor. Bağdaş kurmuş ve sofra bezini dizlerine örtmüş halde, yufka ekmeğe katık ettiği herleye daldırdığı kaşık da kendi yapımı ağaç kaşık tabi.
İçeri giren kafaları papaklı iki adamı görünce şaşırmış, birini bakar bakmaz tanıdığı için de, hafif bozulmuş fakat ayağa kalkıp buyur etmeyi ihmal etmemiş.
Gönlünün güzelliği herkesçe bilinen amcamız, mütevazi dahi olmayan, eski püskü minderler ve gıcırdayan bir sedirden ibaret eşyaların ortasında, çamurla sıvanmış, kırmızı aşı toprağıyla da kemerlenmiş duvarlardaki esikler, çukurlar, kavlamalar hatta ortalıkta dolanan sinekler ile bir çocuk, eşi ve kendisi pek gariban gözükmektedir.
Hal hatır sorduktan sonra, sağa sola şaşkın şaşkın bakan misafirleri sofraya buyur eder ancak misafirler aç olmadıklarını ifadeyle birlikte usulü dairesince teşekkür ederler. O arada, düşünün emekçisi amcamız “ben herle falan yemem de, çocuğa öğretiyordum” der.
Misafirler ne dediyse bilmiyorum fakat saman isteme işini hal hatır sormak teşebbüsüne indirgeyip, geçiyorken uğradık muhabbeti ile devam eden buluşmayı tez elden bitirmiş olduklarını duydum.
Amcamız Hakk’a yürüyeli elli yıl oldu, ancak “malını yiyip yeyip öleceksin” ve “herle falan yemem de çocuklara öğretiyorum” ifadeleri bizim oraların sohbetlerinde hüzünle karışık gülümsemelerin rengiyle çavar durur arada bir.
Bektaşi yani nam-ı diğer “Baba Erenler” vasıtasıyla da az söz ile çok mana paylaşılır bizim diyarda. Onlardan söz edilince vurdumduymazlığı (umursamazlık da denebilir), esrikliği ve güldürücülüğünün yanısıra pelepoş (hırpani) giyimiyle de tarif edilen tipler gelir gözümüzün önüne. Bunlar zekası, irfanı, sabrı ve yaratan ile yarenliği konusunda eşsizliği bir başka lezzet katar öykülerine. Her meslekten olabildikleri gibi, işi boşvermiş, tırnak içinde söylüyorum; tanıyanların insafına kalmışlarına da rastlamak mümkündür. Öyle ki, itirazın ve eleştirinin metni misali sokakları veya köyleri arşınlayıp duranları bile vardır. Cehalete, kör taassubuna, haksızlığa ve israfa geçit vermek istemezlerin güler yüzlü, sözünü hak edenden, gözünü budaktan sakınmayan tiplemeleri de denebilir bunlara.
Her şeye karşın, tavırları, davranışları ve sözleri kimseye batmaz. Özellikle, çetrefilli konularda, acil gereken uygulanabilir çözmelerin üst akıl kahramanlarıyken pek yamandırlar. Radikal fakat rahatın bulucusudurlar.
Durun, yeri gelmişken örnek bir öykü anlatayım.
Köyün birine tilki dadanmış. Kısa sürede tavuk cücük bırakmamış köyde. Doğal olarak köylü tilkiye kinlenmiş ve bir an önce yakalayıp yüreklerini ferahlatacak ceza vermek düşüncesi boy vermiş köylülerde. Ne ederiz, nasıl ederiz derken, kafası çalışan birinin “gece nöbet tutalım, gelir gelmez de, girdiği kümeste sıkıştıralım” önerisine he demişler.
Birinci gün gelmemiş olan tilki ikinci gün sabaha karşı birinin kümesinde pusuya düşürülür. Millet heyecan ve öfke ile boynuna ipi bağlayıp hapsettikleri zavallı tilkiye ceza vermek için toplanırlar. Güya öyle bir ceza verecekler ki, madur olan herkesin yüreği ferahlasın, ziyanın acısı çekip gitsin akıldan. Kimi der ki gaz döküp yakalım, kimileri der ki köy meydanına asalım, kimi der ki dişlerini sökelim, kimileri der ki ayaklarını kıralım, gözlerini oyalım. Kim ne derse desin, öneriler üzerinde hem fikir olmak mümkün olmamış. O demiş ki “benim yüreğim ferahlamaz”, bu demiş ki “o ceza az”.
İş sinirler gerilmiş halde, söz dalaşı ve tartışmaya kadar gelince, aklı yetiğin biri “ yan köydeki Haydar Baba’ya soralım, o bizlerin hepisinin yüreğini ferahlatan bir ceza bulur” diyerek işin seyrini değiştirmiş.
Sonunda, tilkiyi ipi boğazında Haydar Baba’ya getirip, durumu özet olarak anlatmışlar.
Baba erenler, hanımına seslenmiş “hanım, canlara birer tas ayran yap, baba da duvarda asılı duran sazı getir” demiş.
Öyle yapmış kadın.
Kararı heyecanla bekleyenlerin gözlerine baktıktan sonra bir de onların kontrolünde duran tilkinin, patlayacak kadar pörtlemiş kızarık gözlerden sızan yaşlara bakmış ve kararını vermiş.
“Canlar, müsadenizle bu sazı tilkinin sırtına bağlayayım, halk ozanı olur, bundan sonra ne karnı doyar ne yüzü güler” demiş.
Şaşkın kalmış seyircilerin konuşmasına dahi fırsat vermeden curasını (daha küçük saz) bir iple tilkinin sırtına yalan yanlış bağlamış ve yollamış dağlara.
Ben bu milletin, halk ozanlarının çilesini, tilkinin doğasının gereğini ve koca köyün tavuklarına sahip çıkamayışını bir çırpıda Haydar Baba’ya anlattıran irfanını seviyorum.
Hanımına, “ölürsen küserim sana” diyen ile “beddua bilmem, güzel mevlaya saldım ben seni” dedirten kültürün sabırlı emekçilerini irfanını yani.
Mahkemenin ikinci celsesinde, ifadesini soran hakime “aynı ifade hakim bey” diyenin dildaşlarını.
Merhametin gölgesinde gönül gölgelendiren gönüldaşlarını Yunus’un.
Ruhunu geçmiş gidenlerine dur diyenlerini bu memleketin.
Abbas Turan
Ankara, 24 Ocak 2024