Abbas Turan


HERKESİN BİR BRANŞI VAR


Kaşka/gaşka sözcüğünü pek severim. Şımarık, şakacı, güldürücü ve bir o kadar sevimli saydığım çocukları nitelerken arada bir aklıma gelir ve kullanırım. Tabi, ne çocuklar anlar ne diğer duyanlar.
Ama biz biliriz.

Ha muzip ha kaşka/gaşka, hemen hemen aynılar.

Eski Türklerde isim olarak kullanıldığını okumuştum bir yerlerde. Şimdilerde isim olarak tam aklıma yatmıyor da, keşke lakap olarak kullanılsaymış dediğim oldu birkaç kez.

Yüzünde veya alnında ak leke (akıtma) olan atları nitelerken de kullanılmış Türkçe’de. Madem atlar konu oldu, dur onu da söyleyeyim; bu sözcüğün kimilerine göre “at arabası” yerine de kullanıldığı söyleniyor.

Bazı kaynaklar Gaşka’nın Karadeniz Bölgesi, Kastamonu civarında yaşamış bir kavmin adı olduğunu, çok düşük ihtimal de olsa kimileri de bu kavmin Çerkezler olduğu görüşündeler.

Prehistorik çağlardan sonra Kelkit Çayı Havzası’nda yaşamış, Hititler ile epey didişmiş, göçebe yaşadıklarına dair söylentiler olduğu gibi, Sümerlerin en eski bir kolu olan Gaslar (Gaşka Türkleri)'dır diyenler de var.

Gerisini meraklı kardeşlerimin takibine bırakıyorum.

Bizim köyde haşere (haşarı/haşeri) çocuklar için de kullanıldığını biliyorum. Genel havaya bakılırsa, sağı solu arada bir yoklayan, kapıları çalan, ileri geri konuşan kavim veya kişileri nitelediği kesin.

Az daha zorlar isek çok takmayan, hali tiye alan, vurdumduymaz ve kafasına göre takılan çocukları/insanları niteleyen sıfat olarak da kullanılabilir miyiz diye düşünmedim değil.

Neyse, sözcüğün hakkını yememek ve anlam hayatını kesintiye uğratmamak adına konusunu burada, bekli bir gün yine devam ederiz umuduyla kapatıyorum.

Niye konu ettiğime gelince.

Geçmiş gün, tam hatırlamıyorum da Kızılırmak Köy Derneklerini kurduğumuz gönlerin ertesinde bir  dost sohbetinde, bizim oralarda yaşanmış öykülerden söz eden bir arkadaşım, biraz sonra aktaracağım öykünün kahramanını hakkında “çok gaşka adamdı” dediydi, ben de öyküyü Kaşkalık (Gaşkalık) başlığı altında kaydetmişim zihnime.

Ve çok sevmişim.

Öyküye konu olan olayın yaşandığı zaman sonbaharın az öncesi, yani ekinlerin tırpanlandığı ve yığın edildiği günler.

Böyle zamanlarda, bizim oraların canlarında güneşin acımasızlığı, işlerin peşpeşeliği, adam azlığı ve biraz da fukaralık gözle görülür bezginlik yaratırdı. Bunun sonuçlarından ikisi de stres ve sinirlilik tabi.

İş zamanı kim ki işin gereğince davranmıyor, kim ki işi savsaklıyor, o kişiler baş sorumlu tarafından, tabir yerinde ise lafınan sözünen haşlanıyor. O sorumlu da daha ziyade ailenin emekçi lideri babalar oluyordu.

Bir yaz sonu, hasat harman işinin sıkı (yoğun) olduğu günlerin birinde, bizim oralarda yaşanan öykü aynen şöyle geçer tabiat ananın kaydına.

Durmuş emmi yanına aldığı birkaç iş acemisi genç ile daha önce biçmiş oldukları ekin zoğlarını (1) kah desteliyorlar, kah cuğul (2) ediyorlar, kah yığın yapıyorlar. Önemli olan şu ki, kelleler kopup yerde kalmasın. Öğlen sıcağı ortalığı kasım kavurmuş, gün ikindiye dönmek üzere iken, Durmuş Emmi’nin akrabalarından yaşı 25-30 arasında, biraz da ehli keyif, kafayı çekince şakacı, güldürücü ve biraz da vurdumduymaz tavır sergileyen Veli gelir.

Gelir de nasıl gelir?

Traktörün terkisine attığı bir kasa soğuk birayı, türküler mırıldanarak kucaklar, yeni yapılmış yığının gölge tarafına yıkar, kese kağıdıyla getirdiği karışık kuruyemişi de kasanın yanına kor, kendi de sırtını yığına yaslayıp oturur ve tarladaki hareketliliği seyrederek başlar içmeye.

Az buçuk tanıdığı için bir ikiye ses etmez Durmuş Emmi. Zaman geçtikçe ve topraktan buğulanan sıcağın ekin tozuyla birleşerek iyice yakmasıyla canından bezince, Veli’nin karşısına gelir ve “ulan oğlum, insan biraz utanır, şu halimize bak, (diğerlerini göstererek) bir karış çocuklar bile senin halinden mahçup oluyorlar, insan biraz ar eder yahu. İşin ucundan tutmuyorsun bari, git şu zıkkımlarını başka yerde zıkkımlan” der.

Veli gayet sakin, sevecen ve kıvanmış bir eda ile, Durmuş Emmi’ye olan samimi sevgisini de tüten ses tonu ile “ alhaaa Durmuş emmi, herkesin bir branşı var. O arkadaşlar ve sen bu işin ustasısınız ben de bu işin. Bunda can sıkacak ne var Allah aşkına” deyince Durmuş Emmi gülüşüne engel olamaz, ani bir dönüşle Veli’nin yanından uzaklaşırken “de haydi neydeceksen, şu gaşkanın konuşuğuna bak” der.

Bu topraklar kederi umuda eş eylese de umutu kurda kuşa yem etmeyecek kadar kadim sadakat ehlidir.

İnsanı da öyle. Art niyet olmadığı sürece her yanlışın değerini hata cinsinden hesaplar. 
Hata payını ve değer oranını niyetin temizlik oranına göre artırır ya da azaltır.

Şimdinin verileri ahmaklık saysa da Veli’yi hoş görecek sabrın ve sevginin var olma ihtimali dahi paha biçilmez umut içermektedir.

O güzel insanlar, binip gittikleri o güzel atlara binip gelecekler.

Kaşka çocukları olacak kimsesizlikten küflenmiş sokakların.

Ayrıca, hatayı kabulün, duyarlılık kadar ince de bir dil istediğini yarının çocukları da bilecek; “alhaa herkesin bir branşı var Durmuş Emmi” gibi.

Oy ne güzel.

Abbas Turan
Ankara, 29 Temmuz 2024

(1) Zoğ : Tırpan ile biçilen ot veya ekinin biçildiği yerdeki ilk toplu hali.

(2) Cuğul : Biçilmiş ekin veya ot destelerinin yan yana konularak oluşturulan 20-30 deste topluluğu.

YAZARLAR