Düşmedi. Yapay zeka ile başka bir imkan halini aldı (mı) diye düşünüyorum. Fakat daha önemlisi “yazmalı mıyız” sorusuna vereceğimiz cevap ve cevabın içtenliğidir.
Sosyal medya ile yeni boyut kazanan iletişim, bilgilenme ve kültürlenme işinin temel verileri yazılanlardır. Dolayısıyla insanın “edebi” yanı hayatının en görünen yanı olmaya devam ediyor.
Yazmak müdahil bir eylemdir.
Hayatta olup bitenlere müdahil olmak isteyen kişilerin soylu (kadim) eylemi. Tarihi yazı ile başlatan aklın iyi bildiği bir eylem.
“Söz uçar yazı kalır” inanışı yazının ve dolayısıyla yazmanın aktarım imkanı oluşuna vurgu yapıyor.
Elbette daha fazlasını bilenlerimiz var, izninizle geçiyorum bunları.
Gelelim yazara.
Yazandır o.
Olanı olduğu kadar olması gerekeni de yazandır.
Bu yüzden karizması olandır.
Kargaşanın, kaosun, karanlıkların, gecenin, savaşın, ateşin, ölümün, aşkın, hasretin, coşkunun, telaşın ve umudun yerli veya yersizliğini de sorgulayandır.
Canlılığın akarında ince eleyip sık dokuyan beyinle derin düşünendir yazar. İnsanın boşvermişliğine dünyayı dar etmeye kalkışan ve insana dünyayı dar edenleri sözcük yağmuruna tutan “ağır” insandır.
Tuzun sofraya gelişi sürecinde parıl parıl parlayan çileli çabanın lezzeti yaratırkenki halini zihine nakşedebilen, aşkın tadla tuzla ilişkisini iç sese dönüştürebilen ustadır.
Kalemle yoldaşıtır.
Kâğıdın istila emrini veren bilincin hükmündeki yüreğin sahibidir. Çok defa susarak çoğu, yazarak azı tercih etmişliğin farkında olandır.
Yakın zamana kadar, dünyanın farklı yerlerindeki insanlar birbirinden yazanların sayesinde haberdar olduğu doğrudur. Gördüklerini, duyduklarını taşınabilir ölçülerde bilgiye dönüştürüp kaleme almanın kolay olmadığı zamanların fatihidir yazar.
Yazarlar; güzel yazanlardır.
Yazarlar, bilindikçe sorumluluğu artan insanlardır. Hatta, bir konunun uzmanı gibi algıandıkça keskinleşebiliyor, “duayen” denilen kişi, “otorite, usta, üstad” oluyorlar. Topluma karşı sorumluluğunu onunla “hemhal” olmaya getiren yazarlar, zaman zaman “itirazlı, muhalif” tavır ile “eleştirel” yazılar kaleme alırlar.
Her yazar için olmasa da duygusal olanlar için yazmak daha fazla “yaşamak” gibidir.
“Profesyonel” ilkeleri gözeterek yazanların bir olay veya duruma dair “öznel” yaklaşımını fazla hissetmeyiz. Yani, kişisel düşünceleri olsa bile “rengini belli eden” fazla cümle kurduğunu görmeyiz. Çok defa “nesnel, tarafsız” olmak özeni ile açıklanmaya çalışılan bu durum, ansiklopedik tarz yazımdır. Yersiz veya kötü gördüğümden değil, şöyle bir baktığınızda, yazılardan o yazarların nereli olduğunu bilemezsiniz, hangi inanç, hangi düşünce etrafında özel hayat yaşadığını çıkaramazsınız, haklıya, haksıza olan mesafesini kestiremezsiniz. Onlar, konuyu “yansızların” yanında durarak ele alırlar. Elbette bu da onların tercihi ve hakkıdır.
İyi misine kötü müsüne aldırdığım yok. Hele ki Banu Avar’ın “Alaycı Kuş” adlı kitabını okuduktan sonra. İçinde yazarının bizzat “kendisinin, tarafının, tarzının, kültürünün, içtenliğinin, öfkesinin vb” olduğu yazıları seviyorum. Ben diyeyim “doğal” olan “siz deyin neçırıl” olan.
Konu bu kadar yüzeysel ele alınacak konu değil ancak, Nihat Genç ile ilgili yazacaktım, konu buraya geldi.
Çok şey yazıldı, söylendi Nihat Genç ile ilgili. Tanınmış bir ifade ile ben de peşinen diyeyim, bu canım ülkede “öldükten sonra değeri anlaşılmak” talihsizliği O’nun da payına düştü.
Göğsüm genişirdi O’nu dinlerken, umudumun kanatları gürleşirdi okurken. O kadar çok nedenleri var ki bunun. O’nun bize olan katkısının bir yazardan umulanın çok ötesinde.
Yazardan öte desem abartmış olur muyum diye düşünmedim değil. Düşünüyor, irdeliyor, araştırıyor, değişiyor ve yerelde “tunç” misali duran “vicdan” ölçülerinde bireşime (senteze) erişiyordu. Biz farketmekte geciksek bile içtenlikle anlatıyor, güzelleştiriyordu dengeler üzerinden ele alınan yaz-çiz sürecini. Denge gözetmeden “bizin”, “haklının” ve “millinin” diyarından söylüyordu türküsünü.
“Evrensel değerler” diyarının imeceli hayata özgülerini örselememek için ne kadar özen gösterdiğini O’nu tanıyanlar biliyordu.
Öfkeyi duyguluktan “meram anlatma” kıvamına eviren “samimiyeti”, “celalli” tavrına eş eylediği birçok programda gözlerinin dolduğu anlara şahit olmuşuzdur. Bu taşmayı doğuran birikmeler genelde hepimiz adına olması gerektiği halde engellenenler, olmaması gerektiği halde yapılanlar olmuştur.
Arada görürdüm. Ankara’nın genelde Çankaya civarında rastlardım. Gülmeyi, Karadeniz coğrafyasında yuvalanmış yamaçların sızısı gibi sunar, saçları ile teni arasındaki renk farkını içtenlikli ciddiyeti ile güzelleştirir, mahcubiyeti saygı tüterdi.
Zaman zaman sahaflarda olduğu bilgisini sahaf arkadaşlardan öğrenirdim. Özellikle, sohbetlerimizi süslediğiniz Anadolu öyküleri, deyimler, masallar ve özellikle güldürücü (mizahi) yaşanmışlıklara ulaşmaya çalışır, deyim yerindeyse bu özellikle tercih ettiğini düşündüğüm telaşla kıvranırdı. Bu uğraşım çilesini gözü görmez, günceli genişleten ve hacimli anlatışındaki biçemin O’nu coşturan keyif de burdan gelirdi.
“Hocam senin kitapları Nihat bey az önce aldı” diyen sahaf arkadaşıma “çok sevindim” dediğimi hatırladım. Evet, bazı kitapları bulamazdık. Bulununca da sahaflar “ilgimize, ilgi alanımıza” göre bizlere ayırırlardı. Artık hangimize denk gelirse o alırdı. Demek ki biz benzer konularla ilgileniyorduk.
Ankara’daki kitap fuarlarından birinde okurlarıyla buluştuğu günlerde bir iki dakika sohbet etmiştik. İmzasını alıp, sevgi ile düşünerek yanından ayrıldığımda aklımda kalan ortam (genelde Hasan Hüseyin için kullandığım) şehire kaçak düşmüş, yar başında yarını seyreden “Urartu kartalı” ile bezenmiş anlaşılmaz gürültüler gölü gibi kalmıştı aklımda. Sanki bir O bakıyordu kapıdan gelenlerin “geleceğine”, gidenlerin geçmişine. Bir O iliştiriyordu umudu hayatı hızdan korumaya çalışanların yüreklerine. Gözleri, kıyıda kalmış iki karadeniz kesiği sular gibiydi.
İnsana güvenen bir yazardı. Uslanmaz kişiliğinin temelinde yatan işte bu güvendi. Olmazların çetrefilli dünyasından “ateşi çalanlar” getirmişti bu coğrafyadaki yeni hayatı. Alın terini geç, bir öncekinin bir sonrakinin yaşaması için can verdiği dönemeçlerin damıttığı özsuydu yaşadığımız hayatın “iksiri”.
Yollaır beklerken aklına mukayyet olamayan anaları, “horantayı” has yaşatmak umuduyla cephelere, nafaka uğruna ekmekli gurbete gidip gelmeyen babaları, atı, arabası ve yongasıyla kıtlıklara meydan okuyan emekçileri betimlerken onlarla dirgen tutuyor, onlarla olta tutuyor, onlarla yas tutuyor, onlarla semah dönüyor, onlarla dara duruyor, onlarla namaz kılıyor, onlarla cevlan eyliyor, onlarla horon tepiyor, onlarla silah tutuyor, onlarla aç yatıyor, tarlada, sofrada, savaşlarda bilfiil yerini alıyordu onlarla.
Yazmak zamanla “edepli” bir yaşamı, birikimi soyutlamış felsefik bakışı, ilkeli durmayı, direngen kalmayı, vicdanı ölçütlere ayarlı olmayı en büyük seçenek olarak dayatıyor. Böyle bir sonu da Nihat Genç’te gözlemlediğimi söylemek isterim. Baştan itibaren kendisi ile gelen “kabulleri” feda ettiği daha “asgari müşterekleri” gözettiği düşüncesindeyim. Zaten kendisine en yakışan, konuşurkenki sergilediği özgüvenin önemli destekleyicisi de bundan ötürü “haklı” olduğunu biliyor olmasıdır denebilir.
Siyaset ile oluşan “bumeranglarda” “ne hacıya, ne hocaya” yaranamayış “bişeyci olmamak” ile ilgilidir. “Kitabın ortasından” konuşurken “yüreğin ortasının” işe karışması, kesin ve keskin kavgalarda “dikkate alınmamayı” beraberinde getiriyor. Arkasız ve kullandığı dilden kaynaklı güç ile “delikanlı” imajına eren Nihat Genç tamahkarsızlığının yarattığı “karizmayı” “ali gönüllülüğü” sayesinde muhabbete yar edebiliyordu
Siyasi açıdan değerlendirmeyi işin bilenlerine bırakıyorum. Doğrusu da bu. Siyaset ve edebiyat tavır ve tarzındaki tütümüyle ele alınır ise hiç olmaz ise günlük ve olası savrulmalarla ana hatlardaki, damarı damara bağlayan “hon” zedelenmemiş olur.
Eleştirileri de eleştirecek canlardan duymak, okumak isterim doğrusu. Görmezden gelinen bir yüreğin, hele ki bir yazar ise ne zaman görülürse yarına yararı olacaktır.
O bir başka biçimiydi bizlerin Yunus yanının, Hacı Bektaş yanının, Fatih yanının, Mustafa Kemal yanının, vatan yanının, millet yanının, iman yanının, ikrar yanının, öfke yanının, sevgi yanının.
Kim gelmiş de göçmemiş ki şu minicik dünyada? Farkı yaratan bunun, yani hayatın farkındalığı değil midir?
Nihat Genç gibi “ayakta ölenlerin” görkemi türkü sayılır.
Fark eden söyler.
Gerçeğe hü.
Abbas Turan
Ankara, Temmuz 2025