Sivas’ın hakim duygusu hüzündür diyor Savaş Şahinbay. Dünyanın bir çok şehri için geçerli bir tespit olmasına karşın ekliyor değerli hukukçumuz, “mesela Kerkük de bir hüzün şehridir, ancak iki şehrin hüzün kaynağı aynı değil. Kerkük’teki hüznün kaynağı ana gövdeden ayrı düşmesiyle ilgili olmakla birlikte Sivas’ınki, ana gövdenin asli unsuru olmasına rağmen gözlemlenen bir hüzün.
Halayları bile hüzün tüter.
Bu İşte Bir Sivas Var adlı, yaşanmış öyküleri kültürel tadıyla vermeye çalıştığım kitabın hazırlıkları için baktığım eski kaynaklarda bir daha gördüm ki, Sivas hem kadim hem de çeşitli kültürlerin coğrafyası olma özelliğini hep korumuş. Çeşitliden kastım, tarihteki bir çok devletin hayat bulduğu coğrafya olduğu gerçeğidir.
78 sayı olarak yayınlanan Sivas Folklorü adlı derginin hemen her sayısında, türküler, halk ozanları, gelenek ve göreneklerimiz olabildiğince ele alınmış. Yerel olaylar tarihi, düğün adetleri, halk ozanları geceleri, masal ve gelenekler dahil ele alınmadık konu yok gibi. Hepsinde de, diyeceklerini sakinlik, derin kemalat ve hoşgörü süzgecinden geçirmiş bir memleketin kültürel içerikler var.
Halk kültürümüzün diğer ögeleri gibi, Sivas’ın dili de ciğerden gelir, toprak gibi kucaklayıcı ve derin bir içtenliğin deryasıdır. Elbette, bunu sadece gardaşım derken, kurban olduğum derken hissetmezsiniz. Eskilerin doğaya, hayvanlara ve insana yaklaşımının felsefesinde de görürsünüz.
Yani farkındadır işin.
Koyununu kurt boğmuş hiçbir köylümüzün eline tüfeği alıp öfke ile kurt avına çıktığını ne gördüm ne duydum mesela. Bunun gibi, hakkında söz edilebilecek bir çok şeyin altında yatan temel belirleyicinin inançlar ve kadim kültürün harmanlandığı, doğaya özgü geliştirilmiş yüksek bilinç olduğu kanaatindeyim. Çünkü, o bilincin içinde, canlı cansız her şeyin hayat denen döngüde olmazsa olmazlığı var. Dolayısı ile akla mantığa yatmasa da her halden payına düşenin nasip olduğu gerçeğine inanılır.
Çetin koşullarına rağmen, hele ki karlı ayazlı günlerin baskın olduğu mevsimlerin olumsuz etkisini, coğrafyanın çetrefilli hali ve kırsallığın verimsizliğinden kaynaklı etkisini ruhunda kırmayı başarmış insanların içtenliği şiirseldir. Geleneksel olan ile yeninin harmanlandığı bir çok olgu ve düşünce, gerek edebiyat gerek ise yaşanan sosyal hayatta yerini almakta hiç gecikmiyor.
Memleketimde, Ateşe tükürmeyin, suya saygılı olun, yeşile ve ağaca dost olun, dağları incitmeyin, canı aziz bilin diyen o kadar çok büyükler tanıdım ki. Birini hepimiz tanıyoruz: Pir Sultan Abdal. Ne güzel demiş, “ireşberler hoşça tutun öküzü.”
Ustam Hasan Hüseyin Korkmazgil’in mesela “… kırdık mı kanadını serçenin, vurduk mu karacanın yavrulusunu, ya nasıl kıyarız insana” dizeleri hangi eşsiz hassasiyetin tarifi dersiniz?
Sivas coğrafi ölçüler esasında Türkiye’mizin ortası olduğu gibi, tarihi ve kültürel açıdan da öyledir. Civar şehirlerimizin tamamı kültürel ve tarihsel ana oylumun akarında yaşar sosyal ilişkilerdeki iletişim tadını. Şive, ağız veya yerel sözcük farkı gözlemlense de, sofraya davetleri, misafir heyecanı, şükür ve tevekkülle duruşları, hasrete yaklaşımları, sevinci abartmayışları, sevdayı mahçup edenler listesinde tutmaları, gönül itirazlarını yürekleri gibi türkülere terk etmeleri, emeğe saygıları, büyüğe hürmetleri, küçüğe yaklaşımları genelde aynı kumaşın parçasıdır.
Değerli hocam Prof. Dr. Cemal Çevik’le yaptığımız bir sohbetten aklımda kalmış; Birinci Dünya Savaşı bırakışmasının ertesinde dağılan ordulardaki askerlerin evlerine dönme çabaları da içler acısı yaşantılarla dolu, bir gün onlardan da söz edelim diyorum); Rusya taraflarında esir kalmış Türkleri ne sebeple olduğunu hatırlamıyorum, buz tutmakla ünlü bir ırmakta bekletiyorlar, ne acıdır ki hemen hepsi, açlığın, hastalığın ve yorgunluğun üstüne eklenen bu zulüm sebebiye Hakk’a yürüyor. Kalan iki kişi var, onların ikisi de Sivaslı.
Hüzün yoğunluğunun soluğumu kesişi bir yana sözcükler boğazıma dizildi. Ne diyeceğimi bilemedim. Aklıma, çileye dayanıklı oluşlarının sebepleri geldi. Bir de, umuda sahipliğin ve nasibe inanışın verdiği dayanma gücü geldi aklıma.
Kilis’li askeri doktor M.Derviş Kutman’ın, Genel Kurmay Başkanlığımız tarafından da yayımlanmış hatıralarını okurken göz yaşlarıma engel olamadığım bir olaya daha rastladım. Sarıkamış faciasından kurtulmaya çalışan bir grup sıhhıye ekibi, güç bela da olsa, soyulup soğana çevrilmiş bir köye atarlar kendini. Açlık, yaralar, yorgunluk ve can telaşı sebebiyle adım atacak halleri kalmamış ve duran uykuya dalıyor. Sıhhıye ekibi, düşman destekli çeteler, içlerinde askeri zevattan da olan çıldırmış zavallı insanlar ve amansız soğuğun etkilediği korkunç ortamda bir saat bile olsa dinlenmek kararı alırlar.
Ancak güvenlik önlemi almaları gerekir, birkaç kişi dışarıda nöbet tutacak, gönüllü aramaktalar. Bulunur üç kişi. Dışarıya, esen karlı ayazın hızını keseceği umulan çalakalem, naylondan, çuldan ve muşambadan çatılan çadır kurarlar, gönüllü bu üç kişi nöbete dururlar, donmamak için de çadırın içine ateş çatarlar. Diğerleri daha önce terkedilmiş evlerin muhtelif yerlerinde uykuya dalarlar.
Uyuyanlar uyanır ki ne göreler, birkaç saat dedikleri uyku sabaha kadar sürmüş, dışarıdaki gönüllü nöbetçiler başları çadırda yanıp sönmüş ateşe uzanırcasına bir vaziyette dönüp yerde kalmışlar. Acıyı tarif etmekte zorlanan doktor, “üçünün hali ciğerimizi dağladı tabi de bizi korumak için gönüllü olanların başını çeken koca yürekli Sivaslının donmuş ve yiğit halini ölene kadar unutmam mümkün değil”
Tekmili birden bütün milletimizin elbette bu tür olaylardan payına düşen acı, çile ve zorluk yerel bazda birbiri ile kıyaslanmayacak kadar çok ve çeşitli. Konuyu Sivas’ımız özelinde bir iki olay ile dikkatinize sunayım istedim.
Yine Cemal hocamla üzerinde çalıştığı Pir Sultan Abdal konulu kitap ile ilgili konuşurken, Sivas bu kültürde çok etkili olan bir geçmişe sahipliğini, tarihinde çok dikkat çeken hüzün de yaratan üzücü olaylar da yaşanmış olduğunu, Pİr Sultan Abdal gibi tarihi ve kültürel nitelikli bir kişiliğin oluştuğunu, Cumhuriyetin Kuruluşu, Aşık Veysel, türküler, bilim, sosyo kültürel anlamda değerli birçok şeye yenileri eklenerek anılmaya devam edebileceğini söyleştik.
Geçen ay Mardin, Diyarbakır, Urfa, Adıyaman, Elazığ, ve Tunceli’yi gezerken gördüm ki, her şehrin kendine özgü kültürel yapısı, özellikle şehir merkezlerinde mimarisinden davranış kalıplarına kadar, moda türü zeminde birbirinin tıpatıp aynısı olma yolunda. Bu durum gelişmek ise başımız üstüne, değil ise eyvah ki eyvah.
Sivas için de bu durum geçerli. Hatta güzeller güzeli Anadolu da, sıradanlaşma diye isimlendireceğimiz, kısmen de dayatılan gereksiz aynılaşmanın etki alanında denebilir.
Bir şehrin yarını, dününden getirdikleriyle kendisinin olur. Değişmeye, ilerlemeye, yeniye karşı değilim. Kaybolmaya, çürümeye, ana rengini alaca bulaca etmeye direnmek gerektiğini demektir kastım.
Ne güzel demiş şair Hilmi Yavuz; “hüzün ki en çok yakışandır bize”
Niye yalan söyleyeyim, Sivas için de bu böyle.
Benim için olduğu gibi.
Ya da bizlerin.
Abbas Turan
23 Temmuz 2023