SİVAS’LI AHMET’ in KÖPRÜ HİKÂYESİ (3)

SİVAS’LI AHMET’ in KÖPRÜ HİKÂYESİ (3)

(GEÇEN HAFTDAN DEVAM) 3. bölüm

Benim çalıştığım inşaat yerinde o lafı eden genç mühendisi görünce yanına sokuldum, bir hafta önce ettiği lafın doğru olmadığını söyledim. Dobra dobra söyledim. Niçin çekineyim, benimde aklım, usum var:
-Mühendis bey, dedim, bütün yollar Romanya’ ya değil, köprüye gider, köprüye!
Güldü:
-Ahmet, sen nereliydin? Dedi.
-Sivas’ lıyım, dedim.
-Ben bütün yollar Romanya’ ya gider demedim, Roma’ ya gider dedim, bu sözün sırası gelmişti de..
-Ne fark eder Mühendis Bey, ha Roma ha Romanya! Yollar artık oralara değil, köprüye gider,
Mühendis ciddileşti. Fena bastırmıştım galiba köprüye!
Gözümün içine baktı, bir elini omzuma koydu. 
-Senin heyecanın hoşuma gidiyor, dedi. Sonra Süleymaniye’nin kubbesini, minarelerini gösterdi ve bir laf etti ki kafam karıştırdı:
-Nice yüzyıl dağlara nazire yapamadık, çağın minaresini dikemedik, dünyanın bir ucunda adamlar Ay’ a merdiven dayarken bizde iki kıtayı birleştirmişiz, çok mu?
Ne demek istediğini pek anlayamadım. Köprü o kadar önemli değil miymiş yani! El arabamdaki çimentoyu boşaltıp tekrar yanından geçerken, bende, okumuşçasına ve de bilmece gibi konuşayım diye yüzümü ona dönmeden seslendim:
-İstanbul’ dan Üsküdar’ a yol gider…
Göz ucuyla bakıyor, “ne diyecek?” diye kulağımı da veriyordum. Az durdu. Sonra bir kahkaha atarak seslendi:
-Köprüler yaptırdım gelip geçmeye.
Hüseyin Kalfa’ da karıştı atışmaya:
-Çeşmeler yaptırdım suyun içmeye..
Puvantör Mehmet Efendi karşılık verdi bu sefer:
-Ah işte orası yalan! Köprü möprü yaparsınız da, suyu akan bir çeşme yapamazsınız bu şehre!
Çoban Mehmet’ e sormuşlar: “Padişah olsan ne yapardın?” cevap vermiş: “soğanın hep cücüğünü yerdim.”
“Çoban aklı işte” demeyin, “çobanın bilmezliği” deyin buna siz. Köprüyü ne bilsin, köprüye çıkmayı, şöyle göğsünü şişire şişire, o tarifsiz övüncü duya duya, Urumelihisarı’na bakmayı ne bilsin! İstanbul’un karasında Urumelihisarı ne ise, denizde de köprü o olacak. Heybet bakımından, güzellik bakımından. Bana Cumhurbaşkanı olsan ne yapardın? Deseler, çok şey söylerdim, ama mutlaka yapmak istediğim şey, köprüden yürüyerek geçmektir. Cumhurbaşkanı olsam, köprünün açılmasını beklemeden yürür geçerdim. Çünkü geçilecek hale geldi artık. Bu sözümde ne kadar haklı olduğumu zaman gösterdi. Cumhurbaşkanı da benim gibi düşünmüş, dün köprüyü geçti. Onunla birlikte, gazetecilerde geçti. Ne güzel şey! Ben de geçeceğim. Geçmek için köprü müdürüne, polislere, gazetecilere rica minnet edeceğim, izin koparmaya çalışacağım.
Geçen pazar viyadük dedikleri kara köprüsünün altına gittim. Büyük vadiyi geçip Boğaz Köprüsünün ayaklarına ulaştım. Hey babam hey! Hiç de uzaktan göründüğü gibi değil, alamet bir şey! Büyük mü büyük! Üç sıra gidiş, üç sıra geliş yolu var. Bekçiler içeri sokmuyorlar. Çelik halat oldukça kalın, ama… Köprüyü çelik halata bağlayan teller pek ince göründü bana. O kadar yükü nasıl taşıyacak? Kamyonlar geçecek, otobüsler, arabalar geçecek belki bu köprüden. “ya koparsa” dedim ve içim cızz etti. Bu yabancılar yanlış hesap yapmasınlar, çok dayanmasın diye mahsus ince tel koymuş olmasınlar? Yok canım! Başında bizim mühendislerde var, taş değiller ya, görürler elbet. Hem o gazetenin yazdığı gibi yabancıların pek karı yokmuş bu işten, geçiş ücretini bizimkiler alacak, yayalar parasız geçecekmiş. Zaten kötü olan borç almak değil, alınan borcu yerine sarf etmemek imiş. Eee köprüye harcanan para helal olsun! Bir zamanlar gerçekten pek kötü borçlanmalar olmuş, yabancılardan aldığımız borç parayla kibrit, paspas, kadın kolonyası ithal etmişiz. 
Bugün bizim inşaattaki mühendise, köprünün gövdesini, yani gazetelerin tabliye dedikleri taban döşemesini çeken tellerin pek ince olduğunu, bu işte bir kasıt sezdiğimi söyledim. “korkma” dedi, kat kat sinir çelikten yapılmıştır o teller, köprünün her metrekaresi iki buçuk tondan fazla yük taşıyabilir.”
Rahatladım. Artık kötü sözlere kulak asmıyorum. “görünen köy kılavuz istemez” diyorum. Şimdi bir arzum, çok şiddetli bir arzum var: köprüden yürüyerek geçmek.
Ben, Hasan Oğlu Ahmet, çalıştığım inşaattaki mühendise bin kere teşekkür ederim; onun kart yazıp gönderdiği köprüdeki mühendise bin kere teşekkür ederim; işçi başlarından olan Alamana, köprüde çalışan bütün işçilere bin kere teşekkür ederim…
Cumartesi günü izin alıp Köprü Müdürlüğüne gittim. Elimdeki kartı, üzerinde adı yazılı olan mühendise verdim. Sonra da tam yarım saat bekledim. Gün kadar uzun geldi bu yarım saat bana. Ama darılıp gitmedim, ümitle bekledim. Yarım saat sonra bana bir izin kâğıdı verdiler. Bunu yakama taktım, kalbim hızlı hızlı atmaya başladı. Telaşımdan ne yana gideceğimi şaşırdım. Sonra yürüyüverdim köprüye doğru. Tam ilerliyordum ki, bir adam karşıma dikilip elimdeki naylon torbada ne olduğunu sordu. Canımı sıktı bu. Bir şey yok diye kaçamak bir cevap verince, adam dik dik yüzüme baktı, elimden torbayı çekip aldı ve iyice karıştırdı. Ne bulacaktı torbada! Çeyrek ekmek, 50 gram zeytin, 50 gram peynir ve bir salatalık, hepsi o kadar!
-Köprüde yemek mi yiyeceksin? Dedi.
-Yok dedim, köprüyü ne zaman geçeceğim belli değildi, karşıya gidip geldikten sonra yiyeceğim. Eliyle “geç” işareti yaptı ve ben Beylerbeyi’ ne doğru yürüdüm. Yürümek değil, yavaş yavaş uçuyordum. Önce yiğit bağrıma bir seri rüzgâr çarptı. Sonra Boğaz’ın iki yanı, dört yanı, her yanı gözlerime doldu. Fotoğraf makinem olsaydı da resim çekip, Sivas’ lı hemşerilerime gönderseydim! Ya da Nargileci Kazım Bey gibi konuşabilseydim de gördüğüm güzellikleri anlatsaydım onlara. Martılar bile benden aşağıda uçuyordu. Urumelihisarı’na el salladım. Hey şanlı Hisar, hey! Köprünün kalesi de sen ol emi!
Sevincimden olacak, biraz hızlı yürümüşüm, karşı kıyıya pek çabuk geldim. Geldim ve de bir kurnazlık yaptım: köprünün ucuna kadar varırsam “işte geçtin, ver izin kâğıdını” diyebilirlerdi. Onun için köprünün tam ucuna varmadan geri döndüm, tekrar Ortaköy’ e doğru ağır ağır yürüdüm. İşçilere, ustalara selamda verdim. Etrafınıza baktığınız zaman denizde ya da köprüde olduğunuzu anlamaz, karada olduğunuzu sanırsınız. Öylesine büyük bir köprü bu!.
Çelik halata, halatı gövdeye bağlayan tellere baktım. Öyle incecik değil… ve de sağlam. Kmayon da geçer, tanker de, otobüs de geçer. En çok denize baktım, İstanbul’a baktım. Sarayburnu’na, Urumelihisarı’ na baktıkça, içimde bir şeyler akıyor, gözümden yaş boşanıyordu. Hey koca yurt, hey güzellik! Köprünün Ortaköy ayağına geldiğim zaman, naylon torbamı kontrol eden adamla sekiz-on işçi, birde Alaman mı, İngiliz mi olduğunu anlayamadığım bir usta, yolumu kestiler: 
-Nasıl buldun köprüyü güzel mi? dediler.
-Çok güzel, çok güzel… dedim. Başka laf edemedim, dilim tutuldu, zaten gözlerimde yaşlıydı. İçlerinden biri elini omzuma koydu:
-Köprüyü gezenin iştahı açılır, bizim usta sana yiyecek hazırladı, dedi. Benim yiyeceğim var, dedim. 
-Alaman Usta: sen var çok iyi vatandaş, sen çok iyi Türk! Dedi. Bir koca torbayı elime verdiler. İzin kâğıdını veren mühendisin elini öpmek istedim, öptürmedi. Köprüden çıkıp yandaki tepeye saptım. Üç meraklı yanıma sokuldu. Yahu anlat bize köprüyü üzerinden ortasından görmek nasıl oluyor? Dediler. Şöyle yüzlerine baktım hepsi benim gibi işçi kişilerdi, Anadolu’ dan gelmişler besbelli. Sıkılmadan konuşabildiğim kişiler. Konuşa konuşa tepeye doğru yürüdük. Gölgeliğe gelince torbayı açtım ve onları yemeğe buyur ettim. Yahu, ne yemekmiş o öyle! Söğüş etten pastasına, meyvasından, salatasına kadar her şey var. İnan olsun, dördümüz birden tıka basa doyduk. Torba işini anlatmadım onlara. Cömertliğime ve de zenginliğime hükmettiler. Çok can ciğer olduk ama hala adlarını bilmiyorum. Köprüden dolayı beraber övündük, yemeğe beraber şükrettik. Allah devlete millete zeval vermesin!
İki yakayı birleştiren köprünün başında, tanımadığımız o vatandaşlarla gönüllerimiz birleşti. Ve hayatta, benim de öyle bir mutlu günüm oldu. 



Anahtar Kelimeler: SİVAS’ AHMET’ KÖPRÜ HİKÂYESİ ()