Geçen yazımda; ‘… Son 30 yıldır gözlemlediğim kadarı ile “Sivas’ta kent soylular kalmadı, şehir bir avuç köylünün elinde yönetiliyor, onlarında köylerinden başka dertleri yok, Sivas’ı kim ne etsin. Sivas; Büyükşehirlere göç arasında bir geçiş durağı oldu, bu nedenle şehir ve şehirli olma bilinci toplumun hafızasında yer etmiyor.”, demiştim. Bu yönde beni eleştiren arkadaşlarım oldu bu yazı birazda o serzenişlere cevap olsun…
Her şeyden önce şunu belirtmek isterim ki, düşüncelerime katılmak zorunda değilsiniz, olumlu, olumsuz şerh de koyabilirsiniz, kırmadan, incitmeden kendi düşüncelerinizi dile getirip, ikna etmelisiniz, tıpkı benim yaptığım gibi. Zaten hepimiz aynı düşünüyor olsaydık, ortada büyük bir sorun var demektir.
Etimolojik olarak; “Soğdca kökenli olan kent ("kend") ve aslen Farsça olan şehir sözcükleri Türkçede aynı anlama gelecek şekilde kullanılır. Orta Asya Türklerinde "Taşkend", "Semizkend" (Semerkant), "Yarkend" örneklerinde olduğu gibi birçok büyük şehir bu adlarla anılmıştır. Eski Türkler bu sözcüğü Soğdlardan almadan önce şehir kelimesi karşılığı olarak "balık" kelimesi kullanılırdı. Bu kelime şehirleri korumak için yapılan surların yapıldığı "balçık" ile yakın ilişkilidir.” [1] Hanbalık, Ordubalık, Bişbalık örneğinde olduğu gibi. Hatta “balık baştan kokar” atasözündeki ‘balık’ kelimesi de somut olarak balık değildir, kastedilen şey şehirdir, bir şehrin başında bulunan yöneticiyi, yöneticilerini ifade eder. Yönetici kesimle, şehrin durumu bu noktada birbiri ile doğrudan bağlantılıdır. Yönetici ne kadar iyiyse şehir o kadar yaşanılabilir bir yerdir...
Her ne kadar Türkçe olsa da, “Kent” sözcüğü oldum olası soğuk gelmiştir bana, oysa “Şehir” öyle mi, (sanırım şiir’le olan bağımdan) şiir gibi sarmakta insanı.
İnsani değerlerden uzaklaştığımız her an, biraz daha kentli oluyoruz. İnsanın değerli olduğu mekân şehirdir. Kent; günümüzün soğuk, manasız, duygusuz, estetikten yoksun tasarımı iken, şehir; manaların merkezidir, duygunun, sevginin, maneviyatın olduğu yerdir.
Bir şehri geleceğe taşıyan en önemli unsurlardan biri, o şehirde bulunan geçmişe ait mimari yapıların varlığıdır. Şehir merkezi açısından düşünürsek, Roma döneminden kalma bir esere rastlamasak ta, Danişmendli, Selçuklu ve Osmanlı döneminden kalan yapıların varlığı hepimizce malum, bu eserler geçmişle olan kimlik bağını kurmamızda ve bu bağı gelecek nesillere aktarmamızda önemli rol oynamaktadır.
Şunu da es geçmeden belirtmek isterim ki, o dönemlere ait sivil mimari örnekleri 80’li yıllarında başından itibaren kentleşme ve modernleşme adında birer birer, yok olup gitmekte. Geçmişten gelen “Kamu” binaları ki, camiler, medreseler ve birkaç han, hamam onun ötesinde kalan sivil bir yapı parmakla sayılacak kadar az.
Bugün biz nasıl, Selçuklu’dan kalma Osmanlı’dan kalma eserlerle övünüyorsak, gelecek kuşağa bırakacağımız Cumhuriyet’in ilanından sonra yapılan, dönemin mimari özelliklerini içinde barındıran gerek kamu gerekse sivil mimari eserlerini yıkıp geçiyoruz. Bir gecede yıkılan “Numune Hastanesi”, “Kızılırmak İlkokulu” örneklerinde olduğu gibi, benzer birçok eser var ancak birçoğu sivil yapı olduğundan, sahiplik açısından burada yazmayı doğru bulmuyorum.
Günümüze ulaşan Sultan I. İzzettin Keykavus’un Darüşşifa Vakfiyesinde, Selçuklu Veziri Sahip Ata Fahrettin Ali’nin Sahibiye Medresesi Vakfiyesinde, gerekse Sivas’tan geçen seyyahların seyahatnamelerinde dile getirdikleri birçok yapının yüzyılın başına kadar var olduğunu bilmek, üzüyor insanı. (Birçoğunuzun, Sahibiye Medresesi de nere? dediğinizi duyar gibiyim, hadi bakalım klavye başına, şu meşhur amcaya sorunda söylesin, Sahibiye Medresesini.)
Şehri büyütmek için, şehri öldürdük elbirliği ile, hiç kaçarı yok, bu işte hepimizin az da olsa katkısı var. Şehrin nerdeyse 800 yıllık çarşısı Bezazları yok ettik. Kepenek suyunun aktığı Sivas Çeşmelerini, Hacı İzzet Paşa Camii’ni (Saray Camii), Evliya Çelebinin bahsettiği Danişmendliler tarafından kullanılagelen Şehzadegan Mezarlığından sadece İncili Hanım Türbesi kalmış hoş o da ne kadar doğru ise, Kaleyi düzeltmiş, üstüne de işi kötüye gidenleri teselli etmek için "Üzülme düzelir. Düzelmese kalenin başı düzelmezdi" diye darb-ı meseli söylemişiz. 100 yıllık, siyah beyaz, eski fotoğraf karelerine** hapsettik, şehrin en güzel zamanlarını.
Şu an içinde bulunduğumuz bu yıkım ve yok etme kültürünü şehir açısından bugünle özdeşleştirmek hatasına düşememek lazım, 40’lı yıllardan beri süren bir yok etme kavgamız var. Kaldı ki bu yıkımların üzerine, birbirinin kopyası, estetik ve sanatsal hiçbir değeri olmayan, kullanılabilirlik ömrü en fazla 60 – 70 bilemedin 100 yıl olan beton yığınları dikmekteyiz. Geleceğe bırakacağımız miras, sadece bu, beton. Bugün Avrupa’nın birçok kentinde yüzyıllarca değişmeyen meydanların, sokakların varlığını, internet ortamında yapacağınız küçük bir araştırma ile bulacağınızdan eminim.
Biz şehir içinden geçen ırmakları kapatıyoruz, adamlar koca koca nehirlerin etrafında şehir kurup, suyu şehrin yaşamına katıyor ve biz, yeni bulmuş gibi sevindik, Ak – Su örneğinde, görüleceği üzere. Yapılan işi küçümsemiyorum, bulunduğu mahale yaptığı katkıyı görmezden gelmek abesle iştigaldir. Ancak geç kaldık diyorum.
Bunca meramın üzerine, sözü ilk paragrafa bağlayalım; Şehir, ortak yaşama iradesinin ve kültürün sembolüdür. Fuad Köprülü’nün dediği gibi; “Kültür bakımında en ehemmiyetli olan, şehirli unsurdur”, der. Milli, dini, kültürel, sosyal, ekonomik faaliyetlerin yaşandığı merkez, şehirlerdir ve buradan kasabalara, köylere sirayet eder. Şehir kültürel olarak en önemli, en gelişmiş yer, şehirde ne kadar gelişmişlik olursa, şehre bağlı olan diğer mekânlarda o doğrultuda gelişmişlik gösterir. Oysa, Sivas’ta bu durum tam tersine işlemekte. Köyden, kasabaya ve şehre doğru sirayet eden bir durum söz konusu.
Kaynakça:
[1] Erol Kaya - Kentleşme ve Kentlileşme (İşaret Yayınları, 2017)
[*] Geçmiş yıllarda aynı isimle bir başka yerel gazetede yayınlanmıştı.
[**] Fotoğraf Kaynak: İBB Atatürk Kitaplığı