Okkalı söz, yeri gelince yeniden doğar bir ehli dilin zihninden.
Kaynanam dengine getirince “(bir evden) yoksulluğun kokusu kırk yıl gitmez” derdi.
Bu çıkarım, ilk duyduğum günden beri değiştiremediğim bir önyargının da temel sebebi.
Fakat, peşinen söyleyeyim, beşerin maruz kaldığı üzücü durumların sebebi çok defa koşullarıdır.
İnsanın kişilik oluşumunda kölelik ve yoksulluk birbirine çok yakın olumsuzluklar yaratır.
Garibanlık da öyle.
Kaynanamın çıkarımını köleliğe yordar iseniz benzer beşeri halden dem vuruyorsunuz da denebilir.
İlginç bir duruma tanık olmuş dili ballı Türkmenim; “öksüzün eteğine kavurga koymuşlar da, vay şeyim yandı” diyesiymiş. Daha neler neler. “Görmediğin bir oğlu olmuş da çekmiş şeyini koparmış” da bunlardan biri.
Yoksulluk, yoksunluğun yaşanışıdır. Yani, olması gerekenin olmadığı veya yetersiz olduğu hayatın temel niteliği.
Önyargıma gelirsek.
O da şu; böyle bir hayatın koşullarında yaşayanların ruhunda ve kişiliğinde sosyal uyaran yoksunluğu sebebiyle, olağan olmayan etkilenme söz konusudur. Dolayısıyla da, eşitliğe, güç elde etmeye, varlıklı olmaya veya üstün olmaya koşarken sabırlı, dikkatli ve uzlaşıya yatkındırlar.
Eğer sinirleri bozulmadı, dar alanda kalıp öfkelenmediyseler, köprüyü geçene kadar eşeğe dayı diyenlerin içinde olmaları muhtemeldir.
Adı üstünde, ön yargı bu. Herkesi kapsamayacağı kadar, doğru da olmayabilir.
Diyeyim dedim.
Ördek Ahmet lakaplı kişinin öyküsü de ilginç.
Lakap, zamanla sosyal muhataplık ifadesi olmakla kalmamış, tedirginlik, kuşkuculuk, önyargı, güvensizlik ve yordama bozukluğuna sebep olmuş adamda.
Derler ki, bir sohbet sırasında, ortamdakilerden biri havanın bulutlu olduğu, günün yağışlı olabileceği üzerine konuşurken Ahmet sözü keser ve “anlamıyorum sanma, sen bana ördek ahmet demek istiyorsun” der. Oradakiler şaşırır. Buluttan ve yağmurlu havadan söz eden kişi şaşırmakla kalmaz sinirlenir, zekice ve biraz da merak buğulanan sorusunu sorar: “nasıl anladın?”
Adam anlatır.
“Yağmur yağacak, sular akacak, sel olacak, gidip bir yerde birikecek, göl olacak, orda da ördekler yüzecek değil mi?”
Sonuç ne olmuştur bilinmez tabi, ancak “buluttan nem kapmak” çıkarımının öyküsü de bu veya bunun akrabası olsa gerek diye düşünürüm hep.
Doğrusu mutlaka eskide bir yerlerde vardır. Fakat benden bu kadar.
Tüm bunların, padişahı III. Selim’in sadrazamlarından Yusuf Ziya Paşa’nın Sivas’a uğradığı günlerle ilgisi olsun istedim. Paşa, birçok Osmanlı yöneticilerinin olduğu gibi, kölelikten yetişmedir. Zeki, girişken, becerikli ve güzel konuşan biridir. Sözün ve sohbetin içindeki hiçbir nükte gözünden kaçmayan paşanın bir gözü kördür. Yanında söylenenlere dikkat eder, şakadan veya dolaylı yollardan bile olsa köleliğine ve körlüğüne işaret eden, ima, benzetme, dokundurma sezdiği zaman küplere biner, yetkisi sebebiyle cezalandırma yoluna gidermiş. Anlaşılan, kıyametler koparırmış.
Sultan Selim’in askeri ve mali yenilikler yapma derdiyle yorulduğu günlerde Paşa maden emiriliği görevinden alınır ve sadarete tayin ile İstanbul’a çağırılır. Yaptığı ve yapmaya çalıştığı yenilikler sebebiyle Yeniçerilerle arası açılmış, tabir caiz ise onların gözünden düşmüş bir padişahın sadrazamı olmakta gönülsüz davranan Paşa bariz şekilde ayak sürür, işi ağırdan alır. Ergani maden bölgesinden başlayarak, uygun yerlerde konaklar ve sonuçta Sivas’a da gelir. Aynı ağırdan almayı burda da sergiler.
O zaman, Sivas’ın valisi padişahın da damadı olan Seyit Ahmet Paşa’dır. Yusuf Ziya Paşa’yı kendi evinde bir hafta misafir eden vali, herkese iyilik yapmayı seven, iyi kalpli biri olduğu sebebiyle, Sivas’ın ileri gelen ağalarını mükafatlandırmak ister, bu sebeple de onları Yusuf Ziya Paşa ile tanışsınlar diye aynı sofralarda bulundurur. Kendince, onlardan birini mutasarrıf (sancak yöneticisi), birini mirimiran (eyaletin askeri amiri) ve birini de kapıcı başı yapmak ister.
Nihayetinde, Yusuf Ziya Paşa’nın gideceği günün akşamı yani, Sivaslı ağaları bir köşeye çeker, onlara, gözlerini dört açmalarını, fırsat buldukça sadrazamın gözüne girmeye çalışmalarını, bunun için arada bir güzel sözler söylemelerini önerir.
Buna epey hazırlanmış Sivas’ın ileri gelen ve istikbal uman ağalarından biri son sofradaki yediği yemekler hakkında övgüyle konuşan Paşa’ya “efendimiz, bizim buralarda bu yemeğe köle aşı derler, hakikaten güzel olur” der. Paşanın renginin öfke kırmızısına evrildiğinden arkadaşının pot kırdığını anlayıp kendince düzeltmeye çalışan ağalardan bir diğeri “Paşa efendimiz, sürçülisan oldu, ağa kulunuzun ağzından yanlış bir sözdür çıktı, cahilliğine verin. Malumunuz, kaza gelince gözler kör olur (izacaelkaza, aymelbasar) der.
Ondan sonra olan olur tabi.
Önündeki peşkiri bir kenara bırakıp, kahyayı çağırır. Birinden köleliğine dair, diğerinden körlüğüne dair imalar içeren sözler duyduğu ağaları işaret ederek “bre kahya gel, şu hayasızları al, Van’a mı olur, Bağdad’a mı olur, sür. Orada sürünsünler de, sadrazamın yanında nice konuşulacağını öğrensinler”
der.
Sonunda ne oldu bilmiyorum.
Başka bir önyargım da şu; bazı özellikler asaletle doğar onsuzlukta ölürler.
Özde sorunu olanların biçimin köleliliğiyle ömür tükettikleri gibi.
Çekiç Ali’nin dediğiyle türküleyeyim yazıyı;
Karşıda herk otlanır,
Bu derde kim katlanır;
İkimizin derdinden,
Havalar bulutlanır.
Gerçeğe hü!
Abbas Turan
21.11.2023