ZAHİDEM
Zahidem kurbanım ne olacak halim
Gene bir laf duydum kırıldı belim
Gelenden gidenden haber sorayım
Zahidem bu hafta oluyor gelin
Hezeli de deli gönül hezeli
Çiçekdağı da döktü mola gazeli
Dolaştım alemi gurbet gezeli
Bulamadım Zahidem’den güzeli
Gurbet ellerinde esirim esir
Zahide gurbanım hep bende kusur
Eğer anan seni bana verirse
Nemize yetmiyor el kadar hasır
Mamak Lisesinde öğretmenim. Bazı günler odamda sazı elime aldığımda, rahmetli memur arkadaşım-kardeşim Tuncay Atmaca; kendine has Kırıkkaleli şivesiyle, “Hocam, bana Neşet’in Zahidem’ini çal” derdi. ZAHİDEM O’nun türküsüydü, sonra benim de türküm oluverdi. Sevgili Tuncay’ın Zahide’si kim bilir kimdi?!..
Bu türkü beni de sarıp sarmalar,alıp götürür…gerçek sevgiyi, yalın, çıkarsız-hesapsız aşkı en güzel anlatan türkülerden biridir “Zahidem”…
Kimi ozanlar, yaşarken halk nezdinde kıymetlendiklerini görürler, kimileri ve bir çoğu da göremezler. Zamanında kıymetlendiklerini görenlerin bir çoğu da maddi yönden karşılığını gereğince alamazlar…Neşet Ertaş da kanımca, yaşarken kıymetlendiğini görmesine karşın bunca yarattığı çok değerli eserlerin maddi karşılığını görememiştir, ve 0 bu bakımdan da “garip” kalmıştır…
Neşet Ertaş, sazını-sözünü-ruhunu içinde yaşadığı ulu ırmak; Abdal-Türkmen geleneğinden almıştır. Her şeyi, sazı, sözü, tavrı babamdan öğrendim demiştir. Başta babası bozlak ustası Muharrem Ertaş olmak üzere, kimi akrabası kimisi yakınlarından olan; Hacı Taşan, Çekiç Ali gibi ulu çınarlardan beslenir…Çocukluğundan beri saz-söz dünyasının içinde büyür. Babasıyla beraber eve ekmek getirmek için, geçim derdiyle köy düğünlerine giderler. Neşet, kendi ifadesiyle beş altı yaşlarında babasına eşlik eder, çocukların becerebileceği zille ritm tutmayı öğrenir. Sonra keman-saz çalmayı öğrenir ve gençlik yıllarının başından itibaren bir tutkuya dönüşür.
Gençlik yıllarında, köy düğünlerinin artık geçimlerini sağlayamaması durumu Neşet’i büyük şehirlerde iş aramaya zorlar…Binbir zorluk içinde-fakirlik-gariplik içinde, geçimini Ankara ve İstanbul’da bulmaya çalışır…Okuma şansı olmamış, elinden tutan, destekleyen birileri çıkmamış, parası pulu zaten hiç olmamış, kendi deyimiyle bir “garip adam”…ama ne ADAM…benim için böylesi bir şahsiyet; “gerçek adam-gerçek insan, yaşama bakışı ve duruşuyla örnek alınması gereken bir büyük insan”…Genç Neşet Ertaş, elinde sazı ve garip haliyle Ankara Radyosunun kapısını çalar…İstanbul’da plak stüdyolarının kapısını çalar ve uzun çabalar, binbir zorluklar içinde sesini soluğunu duyurmayı başarır…ve alır başını gider bizim Neşetimiz olur.
O’nun türküleri; içinden çıktığı Kırşehir’in, Anadolu’nun boz kırlarının ve asırların geleneğinden gelen ve de Neşet duyarlılığının, akan ulu ırmağın insancıl, içi sevgi dolu, ağıt dolu, neşe dolu, saf-temiz sesi-soluğudur.
Alçakgönüllü kişiliğinde böbürlenmenin, kasılmanın, üstünlük taslamanın zerresi görülmez. Saf-temiz, vakur Anadolu insanının güzelliği vardır üstünde. Yaşıtları olan, akranları olan, kendi kuşağındaki meslektaşlarına hiç benzemez O. Doğuştan gelen asil bir yapıya sahiptir.
Kendisini tanıyan ve arkadaşı olan, Kırşehirli hemşerisi ve benim de çok saygı duyduğum bir ağabeyim olan yazar, halk kültürü araştırmacısı, özellikle Kırşehir kültürü konusunda kitaplar yazan ve besteleri de olan Baki Yaşa ALTIOK Hocadan da Neşet Ertaş hakkında çok bilgi aldım…O’nu her zaman sevgiyle anar, O’ndaki yüce gönüllülüğü, yardımseverliğini anlatırdı…bir konserden ya da bir düğünden kazandığı üç kuruşu, zor durumda-sıkıntıda gördüğü arkadaşlarıyla paylaştığını bana hep anlatmıştır. Kendisinin de hemen her gün mutlaka Neşet türkülerini dinlediğini dile getirmiştir…
Yüce gönüllü Neşet medyatik değildir, ucuz şöhret peşindekilere hiç benzemez. Devlet Sanatçılığı ünvanını elinin tersiyle iter ve “ Ben sadece halkın sanatçısıyım” der. Türkülerinde bir ideoloji, bir mezhep ya da bir siyasi propaganda göremezsiniz. Bu yönde insanların duygularını sömürmek aklının ucundan geçmez. O yalnızca akan koca bir ulu ırmağın-Anadolu’nun has ırmağının sesi soluğu olmayı yeğler…Konserlerinde sahneye çıktığında, türkülerini söylemeye başlamadan önce, elini göğüs hizasında tutarak; “Ayaklarınızın turabıyım, gönüllerinizin hizmetçisiyim, dertlerinizin ortakçısıyım” diyerek ve öne eğilerek sevenlerini alçakgönüllüce selamlar…
Neşet Ertaş’ın türküleri çok sevilir ve çok dinlenir olur. Böyle olunca sayısız şarkıcı-müzisyenler tarafından seslendirilir-yorumlanır. O dönemin tanınmış müzisyenlerinden ilk aklıma gelenler; Barış Manço, Cem Karaca, Edip Akbayram, Selda Bağcan, Esin Afşar, Fikret Kızılok, Erkin Koray, Zeki Müren…Neşet Ertaş ve Zeki Müren’le aralarında geçen çok ilginç bir anı vardır. Zeki Müren Neşet Ertaş’ın sesine sözüne hayrandır. Bir gün Neşet Ertaş’ı telefonla arayarak Gençlik Parkındaki çalıştığı Gazinoya davet eder. Neşet de kıramaz yanına gider. Biraz içkilidir, Neşet’e de ikramda bulunur. Neşet’in ZAHİDEM türküsüne vurgundur. Zeki Müren kendi yorumuyla Zahidem’i söylemeye başlar, bir yerden sonra da Neşet’e söylemesini ister, Neşet sazıyla Zeki Müren’in kaldığı yerden Zahidem’i söylemeye başlayınca, Zeki Müren kendinden geçer ve başını yan taraftaki ahşap kaplamaya vurmaya başlar…
65’li Yıllarda, içinde Mahzuni Şerif’in de bulunduğu bir Konser organizasyonu dolayısıyla Eskişehir’dedirler. Konser olup bittiğinde, organizasyonu yapanlar sahneye çıkan sanatçıların-müzisyenlerin paralarını ödemeden kaçıp gitmişlerdir…gerisini Mahzuni Şerif’ten dinleyelim; “65 Yıllarıydı, bizi Neşet’le beraber Konsere davet ettiler. Biz otelde kaldık, adam bırakıp kaçtı. Hiç bir kuruşumuz yok ikimizde. Benim paramı vermedi fakat Neşet’in parasını vermiş. Ama Neşet o kadar ulu gönüllü bir Türkmen çocuğudur ki onu hala unutamadım; “Gardaş dedi ne demek vermedi, bana üçyüz kâğıt verdi ya!..” yarısını bana verdi yarısını kendi aldı, hatta bizimle birlikte gelen sazcılara bölüştü, kendisine yirmibeş lira kaldığını sanmıyorum”…Neşet’le ilgili ne diyebiliriz ki…
Neşet Ertaş,1938 Yılında Kırşehir’in Akpınar İlçesine bağlı Kırtıllar Köyünde doğdu. Babası bozlak okuma geleneğinden Muharrem Ertaş, annesi Döne Demirtaş’tır.
Kendi deyimiyle; havalandırdığı türküleri, birbirinden güzel eserleri; ruhumuza yücelikler katarak, gök kubbemizde hoş bir seda vererek yaşamaya devam ediyorlar…
Zülüf dökülmüş yüze
Mühür gözlüm
Niye çattın kaşlarını
Çiçek dağı
Garibin dünyada yüzü gülmez
Sevsem öldürürler
Şu garip halimden
Dane dane benleri var
Hapishanelere güneş doğmuyor
Kaşların karasına
Anam ağlar başucumda oturur
Cahildim dünyanın rengine kandım
Yazımı kışa çevirdin-Leylam
GÖNÜL DAĞI
Gönül Dağı yağmur yağmur boran olunca
Akar can özümde sel gizli gizli
Bir tenhada can cananı bulunca
Sinemi yaralar dil gizli gizli
Dost elinden gel olmazsa varılmaz
Rızasız bahçenin gülü derilmez
Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez
Gönülden gönüle gider yol gizli gizli
Seher vakti garip garip bülbül öterken
Kirpiklerin oku cana batarken
Cümle alem uykusunda uyurken
Kimseler görmeden gel gizli gizli