GÜLE GÜLE EDİP AKBAYRAM

GÜLE GÜLE EDİP AKBAYRAM

FM 107.1 Ekin Radyo idi o zaman. Servet Ünsal abimin de sahibi olarak içinde bulunduğu, Ankara ile iletişim kurabildiğimiz radyolardandı. Haftada bir de olsa, bilinen ve bir o kadar değerli sanatçı ve icracıları konuk ederdi radyo emekçileri.

Tarih konusunda niyesini bilmediğim kaygısızlığımdan ötürü, tarihini tam anımsamıyorum, Servet Ünsal abim, radyo mikrofonlarında, Edip Akbayram ile sohbet ediyorlar. Harika bir sohbet.
Edip Akbayram sanatın, sanatçıların ve türkülerin kısmi görünmezliklerine ışık tutarken, Servet abim de, kısa sorular sorarak az da politik ışık dozu eklemek istiyor sohbetin sağanağına. Arada bir dinleyicilere de fırsat vermek amaçlı telefon numaralarını anımsatıyor, sohbetin gidişatını bozmamak niyetiyle olsa gerek, hiçkimse katılmıyor. Kendimce durumu kurtarmak, yani dinleyicilerin olduğunu ispat etmek duygusunun da renklendirdiği bir istek ile çevirdim numarayı.
Ve bağlandım.

Servet abime merhabadan sonra, kendisinden duyduğum ve halen çok mutlu olduğum ifadelerin verdiği güvenle de, Edip Akbayram ile ilgili konuştum. Ünlü sanatçının kişiliğini, sanatını ve ülkemiz özelinde hangi açı ve boyutlarda,  nasıl bir değer olarak algıladığımı ifade ettim. O da, kullandığım dil, bakış açım ve konuya yaklaşım tarzım ile ilgili, yüksek farkındalığını da sezdiğim, övgü içerikli sözler söyledi.  Programa ve sohbete vedalaşarak telefonu kapattık.

Programın bitiminden birkaç dakika sonra, Servet abim aradı ve Edip Akbayram’ın, konuştuklarımdan ötürü ilgisini çektiğimi, gelebilirsem görmek istediğini söyledi. Coşku ve sevinçe, “hemen geliyorum abi” dedim ve palan pandıras fırladım. Zaten pek yakın olduğumuz için, beş-altı dakika içinde radyo bürosuna vardım. Ne çabuk geldiğim ile ilgili gülümseme süslü karşılamadan saniyeler sonra sarıldım her ikisine de. Sevinç ve heyecan kargaşasında, Servet abimin benimle ilgili söylediği sevindirici sözlerin peşinden, “...dahası da var, çok genç ve sağlam biriymiş Abbas” dediğini anımsıyorum ustanın.

Beni tanımak amaçlı sorduğu soruları cevapladıktan sonra, kendisi ile ilgili yine heyecan ve şiirimsilik tüten ifadelerle birkaç şey daha söyledim ve TRT’de programı olduğu nedeniyle gitmesi gerektiğini beyanından sonra üçümüz de ayağa kalktık, belli ki Servet abim götürecekti, kapıya yöneldik, “haydi Abbas seni tanıdığıma çok sevindim” derken, içtenlikle sarıldık.

O zaman farkettim ki, büyük sanatçıların cüsseleri ile ifadede zorlanacağımız büyüklükleri ve yüreklilikleri varmış. Çünkü, ayakları ve bedenindeki narinlik, yürümekte zorlanışı, ufak tefekliğinin dışında bir hali, bakışı, ifade etkileyiciliği, psikolojik etki alan genişliği, toplanında çoğu söze gelmez “karizmatik” tavır ve davranışları bütün radyo mekanını doldurmuş ve bizleri de etkisi altına almıştı.

Servet abim ile nasıl gideceklerini karar verirlerken şöyle bir baktım, evrene Türkçe’nin tadını ve ezgisini püskürten yüreğin bu bedene sığmasının imkanı yok, hızı ve atmosfer debisi yüksek olan her rüzgardan yıkılmaması işten bile değil, ancak o çivi gibi beden, insanlık ve onun halisane duygu ve düşlerinin devrilip savrulmaması için, eşine az rastlanır güvence gibi, okyanuslara kafa tutan sıra dağlar gibi yücelikte.

Önyargılıydım aslında; Mahzun’inin türkülerinde geçen isimlere karşı olumlu veya olumsuz düşünceler geliştirmiştim kendimce. Ali Ekber Çiçek, Mahmut Erdal gibi yakınen bildiğimiz kişiliklere olan mesafemiz Edip Akbayram’a da vardı. Sanıyorum, daha ziyade köylülüğün ve kırsalda boyveren kültürel sürecin erkileyenlerinden, hatta okullarından saydığım Mahzuni Şerif bir türküsünde “Akbayam mı bilmem nedir” ifadesini kullanmış, biz de duymuşuz, ondan beridir de bir süre görmezden gelmişiz bu güzelim insanı.

Aydınlanma sürecinin gelişigüzelliğine terk edildiğinde ne tür bombeler yaptığını, en iyi kendi hayatımda gözlemleyebildiğimden şunu rahatça söyleyebilirim; yazılı kaynakların azlığı bir yana, olanları da takip etmede zorluk çektiği gibi tembellik de etmiş olan bizlerin, türkülerdeki gerek kurgulu gerek ise hiçyoktan çekişmelere gönüllü taraf olmuşuz, onları soyutlamak yerine somut hal bilgisi sanmışız, işin kötüsü, sarsılmaz inanç ile takipçisi olmuşuz.

Ne zaman ki, üniversitelere gittik, başkalarımız ile karşılaştık, yazılı kaynaklara bulaştık, işin erbablarını tanıdık, zikrimizin ve fikrinizin oynarlığı başladı. Bir bakıma kafamızın ve yüreğimizin dehlizleri ışıdı, Samed Behrangi’nin Küçük Karabalık’ı gibi, “minik” gölümüzün ötelerini yeni “okyanusları” tanımanın mümkünlüğünü hissettik. Koşarlığı, yüzerliği ve dalarlığı algıladık. Sözümüz inceldi, yüreğimiz ile kültürümüz arasındaki asıl bağın akarını ve damıtık özünü kavrar olduk.

Türkülerin de, insan yapısı, düazların, semahların, halayların da birikmiş ve başkalaşması muhtemel değerlerimiz olduğunu anladık. Anladık ki, savunulması gereken zor zamanlarda, hepsini birlikte “insan ve insanlık değeri” olarak savuma cesareti gösteren yürekli insanların, biz bilmesek de var olduğu gerçeğiymiş.

Derdimize, deli divane misali tutkunluğu, acıdan keyif almayı, umudun esamesi okunmayan kısır döngülerde gülmeyi kendimize yasakladığımız günlerde, bir Hasan Hüseyin Korkmazgil dizesi olsa, seyri nasıl olurdu diye düşünmüyor değilim gençliğimin.

Edip Akbayram’a yine dönecek olur isek; çok sonra, yani gençliğimi az geçe tanıdım O’nu. Saygıdeğer ustam Mahzuni bile tarihin müstesna alanlarına eklenmiş türküsündeki Edip Akbayram imajını unutmuş iken, benim önyargılı gezmiş olmama halen içerliyorum. O ki, bu yaşında direnen kimlik ve kişiliği ile müziğimiz ve şiirimiz adına harikalar yaratmaya devam ederken, bizim gibi, köy ile kent arasındaki geniş alanda gıdığına kadar bulanıklığın içinde yüzmek derdinde olan okumuşların bir an önce aydınına tutunması gerektiği düşüncesindeyim. Bu, müziğin dışında geçerli olan, naçizane bir önerimdir. Bunun için de, yoz ve şimdiye kadar işe yaramadığı gibi bundan sonra da yaramayacağını düşündüğüm, soyumuzu gittikçe cahilleştiren edebiyattan bile yoksun, tekrarından gına gelmiş uğraşlar ile zaman geçirmeyelim diyorum.

Anlamak isteyenin hemen anlayacağını düşündüğüm için, hemen bir anım ile bitireyim yazıyı: Ankara, Çankaya Esat Pazar Yeri’nin açılışı akşamında konuk sanatçı Edip Akbayram. Yine yüreğinin taştığı o cüssesi ve az hareket ederek göklere eriştirdiği sesi ile karşımızda, çalgıcı kardeşlerim eşsiz bir uyum ile kendisine eşlik ediyorlar, ortalık tam Edip Albayram’ca.. Bir ara durdu ve Avrupa’nın bir şehrinde, çay veya kahve içmek için oturdukları mekandan söz etmeye başladı; cümleler yaklaşık şöyle idi, “... içeri girdiğimizde şöyle bir bakındık, kendimize uygun olduğunu düşündüğümüz bir masaya oturduk, garson ne kadar şanslı olduğunuzu düşünüyor gibi bir tebessüm eşliğinde isteklerimizi sorarken gözucu ile de masada bir noktaya baktı, içimden geldi ben de baktım, arkadaşlarım da baktı, masaya pirinç ve sırıtmayan bir levha ile minicik bir not eklemişler. Şöyle baktım, anlayamadım, Türkçe iki sözcük vardı ama, konu neydi merak ediyorduk, sözcüklerden biri Nazım, öteki de Hikmet’ti. Sorduk, adam heyecan ile ‘burada bir defasında büyük Türk şairi Nazım Hikmet oturup kahve içmiş, çok değerli bir masa” olduğuna dair açıklama olduğunu söyledi. Belli ki bizim Türk olduğumuzu da bilmiyor, dolayısı ile bunun bizim için ne anlama geldiğinden  bihaber, yüreğimizin taşınmaz halde kabardığını anlayamadı...” Başka kimler dikkat etti bilmiyorum tabi de, bir sanatçının bütün dünyanın Türkçe’nin şairi olarak bildiği sanatçıyı selamlarken bile kendi mütevaziliğini geceye yıldız parçası misali bulaştırıyordu. Üstelik yetmişine iki kalmış bir can olarak.

Seni tanımak bir yana, iyi ki bu toprakların dilini ve halini bilen çocuğusun Edip Akbayram.

Abbas Turan
Ankara



Anahtar Kelimeler: AKBAYRAM