I. 14 Mayıs’a Atfen
Cumhuriyetin ikinci yüzyılın girerken, birinci yüzyıla damgasını vuran tarihi bir günle başlamıştı hikaye…
Anılan gün, içinde bulunduğumuz şu günlerde, bir taraftan demokrasi tarihimiz açısından, bir taraftan da Cumhuriyeti kuran kadro ve ardıllarının önüne koymuş bulunduğu siyasal sosyal programı ne ölçüde başardığı konusunda bir öz değerlendirme yapmak açısından da anlam kazanmış bulunmaktadır. Zira bu yapılmadan, ne giderek yaklaşan 14 mayıs seçimlerinin Türk toplumu için önemi ve anlamı kavranabilir; ne de doğuracağı sonuçların, Cumhuriyetin ikinci yüzyılına yapacağı katkının ne olabileceğinin bilincine ulaşılır.
14 Mayıs ve bu tarihte yapılacak olan seçimler, bu yönüyle çok önemli ve anlamlı..
14 Mayıs, toplumsal ve siyasal tarihimizde işgal ettiği iki tarihi gün olmak itibariyle, anlam kazanmış bulunmaktadır.
Bunlardan biri, İzmir’in işgali öncesinde, Redi İlhak fikrini doğuran 14 Mayıs; diğeri ise “Yeter Söz Milletindir” sloganıyla Demokrat Partiyi iktidara taşıyan 14 Mayıs.
Bir üçüncüsü, doğuracağı sonuçları itibariyle Türkiye tarihine geçecek mi bilinmez…
Eğer sonuçları itibariyle, Türk toplumunun demokrasi, temel hak ve özgürlüklerin korunup geliştirilmesi, konularıyla birlikte, Türk toplumunu oluşturan çeşitli etnik ve kültürel topluluklar ile dinsel gurupların, temel hak ve özgürlüklerinin korunup geliştirilmesi konularının Türkiye’nin küresel ilişkileri ile emperyalist ilişkiler bağlamını tanzim edecek, yeni bir sosyal ve siyasal düzen doğuracak nitelikte değişime yol açacak ise; Türk tarihinde hakkettiği yerini alacak gibi.
Aksi halde, Türk tarihinin, birbirini takip eden benzer sonuçlar doğuran seçimlerinin yapıldığı günlerden, sıradan bir gün olarak kalacak.
Temennim ve beklentim odur ki, Türk toplumunun Cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte gerçekleştirmek istediği, ancak çeşitli sebeplerle akamete uğrayan, inkılabının ikinci yüzyılı gelişmelerine bir umud, bir ışık; bir yol olur…
II. Anasırı İslam’ın Kuvvayı Milliye ve İradei Milliyesi
Bilindiği gibi Türk toplumunun emperyalizme karşı olan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi, 15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgalinden dört gün sonra, Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkışıyla başlamıştı. Fakat esas olarak, Kurtuluş Savaşı’nın başlamasını sebep olan gelişmeler, tam da İzmir’in işgalinden bir gün önce İzmir’in işgal edileceğinin kesinleşmesiyle milli bir infiale dönüşmüştü.
14 Mayıs 1919’u 15 Mayıs 1919’a bağlayan gece, İzmir’in İşgali ve Yunanistan’a ilhakı ihtimaline karşı, İzmirli yurtseverler, Red-i İlhak Cemiyetini kurmuşlar ve ertesi gün, 15 mayıs 1919 günü İzmir Yunanlılar tarafından işgal edilmişti.
İşgal günü, gazeteci Hasan Tahsin’in işgalcilere sıktığı kurşun, “Kuvvayı Milliye” ruhunu ateşlerken; doğu Anadolu’da Binbaşı Noel, Kürt aşiretleri arasında dolaşıyor ve Kürtleri, gelecekte olası bir ulusal direnişe karşı, İngiliz emperyalizminin yanında tutma uğrası veriyordu.
Oysa Kürtler, Erzurum kongresine gönderdikleri delegeler ve katılımcılar ile, gelecek tasavvurlarının, binyıllardır birlikte yaşadıkları, aynı inanç ve kültürü paylaştıkları Türklerle birlikte olduğunu ortaya koyuyorlar; Mustafa Kemal’in ulusal iradenin ana çerçevesini oluşturan “anasırı İslam” içinde olduklarını ifade ediyorlardı. Hiç kuşku yok ki, Ulusal Kurtuluş Mücadelesinde Kürtlerin ulusal duyarlılıkları da bahsedilen “Anasırı İslamın” karşı karşıya bulunduğu tehditler bağlamında ortaya çıkmış ve Kürtlerle Türkleri kader birliğine itmiştir. Öyle ki, Kürt toplumunun Yavuz Sultan Selim’den itibaren İdrisi Bitlisi vasıtasıyla Osmanlı yönetimiyle kurdukları , Sultan Abdülhamit döneminde uygulanan İslamcılık politikalarıyla tahkim ettikleri, Meşrutiyetin ilanından sonra ise İttihat Terakkiyle yeniden şekillendirip geliştirdikleri ve Teşkilat-ı Mahsusa marifetiyle Kurtuluş Savaşı sürecine aktardıkları siyasal ilişki, Binbaşı Noel’in faaliyetlerinin karşısında en büyük direnci oluşturuyordu.
14 Mayıs’ı 15 Mayıs’a bağlayan gece ifade bulan Reddi İlhak fikri ve ertesi gün Yunan işgaline karşı sıkılan ilk kurşun; doğunun bütün yer altı ve yer üstü kaynaklarına yönelen batı medeniyetinin sömürgeciliğine karşı, mazlum doğu medeniyetinin direnişi; emperyalist batı medeniyetine karşı geleceğini milletin azim ve iradesinde arayan yoksul Anadolu köylüsü ile emekçilerinin bir haykırışı olmuştu.
Anılan haykırış ve karşı duruş, Bütün Anadolu’da Erzurum’dan Sivas’a; İzmir’den Trakyaya, Trabzona, Antep’e Maraş’a yayılıyor; Türkler, Kürtler, Lazlar, Çerkezler, Dersimli Alevi Kızılbaş topluluklar, bütün “anasırı islam” birleşerek emperyalist işgal ve paylaşıma karşı “Ya istiklal, ya ölüm” şiarıyla bağımsızlıktan ve kurtuluştan yana iradesini ortaya koyuyordu.
Binbaşı Noel, Kürt aşiretlerin, bütün şikâyetnamelerine rağmen, anılan iradeye ve ulusal reflekse katılımları karşısında şaşkınlığını gizlemiyor: “şikayet ediyorlar ama onlarla birlikte hareket etmekten de geri kalmıyorlar” diyordu.
Velhasıl, emperyalizme karşı bütün Anadolu, Amasya genelgesinde ifade bulan “milletin geleceğini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” iradesine katılıyor ve nihayet milli iradeyi, 23 Nisan 1920 de açtığı Büyük Millet Meclisinde ete kemiğe büründürüyordu.
III. Türk İnkılabı ve Halkın Sefalet Amilleri
Büyük Millet Meclisi’nde ete kemiğe bürünen milli irade, 8 Eylül 1920'de TBMM, yayınladığı bir bildiride; “Türkiye halkının emperyalizmin egemenliği ve zulmü altında olduğunu” belirterek; "Büyük Millet Meclisi'nin tek ve kutsal emelinin, Türk halkını emperyalist egemenliğinden kurtararak kendi irade ve egemenliğinin sahibi yapmak" olduğunu ifade ediliyordu.
Ve hemen ardından 13 Eylül 1920 ‘de “Halkçılık Programı”nı kabul ederek: "Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, halkın maruz bulunduğu sefalet amillerini ortadan kaldırmayı ve onun mutluluğunu ve geçimini hazırlayacak sebep ve araçları temin etmeyi, ana ilke olarak kabul eder, Bunun için toprak, eğitim adliye, maliye, iktisat ve genellikle sosyal işlerde, sosyal kardeşlik ve çalışmayı egemen kılarak, halkın ihtiyacına göre gerekli yenilikleri vücuda getirme ye çalışacaktır." Demek suretiyle Kurtuluş Savaşı’nın ana hedefinin halkın sefalet amillerini ortadan kaldırmak olduğunu ifade ediliyordu.
Açıkça anlaşılacağı gibi, BMM’nin Halkçılık Programı doğrultusunda harekete geçen milli irade, öncelikle halkı sefalete sürükleyen amillerin başında olan emperyalist bağımlılık ilişkilerine yönelmiş; söz konusu ilişkileri tasfiye etmeye yönelmiştir.
Lozan görüşmelerinde Kapitülasyonlar ile Duyunu Umumiye İdaresi’nin kaldırılması ve ardından Kabotaj Kanunu ile Türk kara sularında Türklerin ticaret yapma sınırlılıklarının kaldırılması, Teşviki Sanayi Kanununun çıkarılarak, sanayinin teşvik edilmesi, Aşar vergisinin kaldırılması, 1929 da Gümrüklerin düzenlenmesi ve nihayet 1930’lu yıllarda devletçilik politikalarının uygulanarak, Sanayi dokuma, kağıt, maden, demir çeliş, savunma sanayi, otomotiv, şeker ve kağıt fabrikalarının açılması konuları bu açıdan çok önemli gelişmelerdir.
Fakat, Lozan görüşmelerini tahkim eden ve emperyalist bağımlılık ilişkilerini ortadan kaldırmaya yönelen en önemli gelişmelerden biri de hiç kuşkusuz ki, 17 Şubat 1923 tarihinde toplanan İzmir İktisat Kongresi olmuştur.
Kongre, Türk toplumunu emperyalist bağımlılık ilişkilerinden koparmak üzere, yerli ve milli bir sanayinin kurulabilmesi için, ülkenin tarım, ticaret ve finans kaynaklarının öncelikle oluşturulması ve akabinde işe koşulmasının elzem olduğunu vaz ediyor ve siyasal bağımsızlığın sağlanabilmesi için ekonomik bağımsızlığın önemine işaret ediyordu.
İzmir İktisat kongresinde kabul edilen “Misakı İktisat” Misak-ı Milli içinde telakki edilen bütün Türk toplumunun kendi kaynakları ve yeterliliklerini kullanarak ekonomik bağımsızlığını öngörüyordu.
Milleti sefalete sürükleyen başlıca sebeplerden biri olarak, emperyalist bağımlılık ilişkilerinin sonlandırılması; elbette tek başına içsel dinamiklerinden bağımsız olarak gerçekleştirilecek bir husus değildir. Bu nedenle, Türk inkılabı, hızla içsel sebeplere yönelmiş; emperyalist bağımlılık ilişkilerini sürdüren ekonomik ilişkiler ile sosyal kültürel ilişkileri tasfiyeye yönelmiştir. Halifeliğin kaldırılması ile laik bir toplumsal düzenin kurulması, Tevhidi Tedrisat Kanunu ile eğitim öğretimin tek elden ve belli bir program dahilinde yürütülmesi, Saltanatın kaldırılarak Cumhuriyetin ilan edilmesi; feodal üretim ve siyasal ilişkileri tanzim edip kuvvetlendiren çeşitli unvan ve lakapların kullanılmasının yasaklanması; Harf inkılabı, yeni bir tarih ve kültür anlayışının benimsenmesi, bu konuda atılmış olan en önemli adımları oluşturmaktadır.
Batı emperyalizmiyle ekonomik bağımlılık ilişkilerinin koparılması ve Türk üretici kitleleri lehine, yeniden düzenlenmesi yolunda atılan adımlardan en önemlisi, yerel sermayenin oluşturularak sanayi, tarım ve hizmet sektörüyle ilişkilerinin tanzim edilmesi olmuştur.
Ulusal burjuvazinin güçlendirilmesi ve kredi olanaklarına kavuşturulması için İş bankası, Etibank, Sümerbank gibi finans kuruluşlarının kurulması çok önemli gelişmeler olmuştur. Buna paralel olarak “Şimendifer” politikasıyla ülkenin dört bir yanının demir ağlarla örülmeye çalışılması, Almanya ile Fransa arasında yaklaşık yüz yıllık bir sanayileşme rekabetinin ana konusu olan ve II Dünya Savaşı sonrasında anılan rekabeti barışçı bir zeminde ve ortak işbirliğine bağlayan Kömür ve Çelik topluluğunun temelini oluşturan Demir Çelik sanayinin, öneminin daha o zamanlar kavranarak kurulması ve yine aynı olgu bağlamında Maden Tetkik Arama Enstitüsünün kurulması, halkın sefalet amillerini ortadan kaldırmaya yönelik önemli adımlar olmuştur.
Cumhuriyeti kuran kadro, halkı sefalete sürükleyen amilleri çok doğru bir biçimde tespit etmiş ve anılan sefalet amillerini ortadan kaldırmak için yapılacak işleri, belli bir program dahilinde uygulamaya koymuştur.
IV. Halkın Sefalet Amillerini Ortadan Kaldırmak Üzere, Toprak Reformu Kanunu
Halkın sefalet amillerinin başında üretici kesimlerin emperyalist bağımlılık ilişkisi içinde bulunmuş olması gelmektedir. Anılan bağımlılık ilişkisi, tarımsal üretim ile ticaret ve sanayi ürünlerinde can yakacak denli yıkıcıdır. Bu nedenledir ki, tarımsal üretim ve toprak rejimi ve anılan rejim içinde üretici konumunda bulunan Türk köylüsünün; yeni üretim ilişkilerine denk düşecek üretim bilgisi, üretim ve üleşim değerleri ile yeni ve modern üretim araçlarına kavuşturulması öncelikli hedefler arasındadır. Dolayısıyla, yeni kurulacak olan, siyasal ve sosyal sistemin kalıcı olarak yaşamasını ve kökleşmesini temin etmek üzere; söz konusu ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkilerin tasfiyesi sürecinin en sembol ve kıymetli inkılabı, toprak reformu girişimi olmuştur.
1927 yılında gündeme getirilen ve ancak 1945 yılında kanunlaştırılan Toprak reformu, sadece halkın sefalet amillerini ortadan kaldırmayı hedeflememekte, aynı zamanda halkı emperyalist bağımlılık ilişkileri içinde tutun mevcut üretim ilişkilerinden, halkı koparmak üzere uygulanan en önemli inkılaplardın biridir. Ancak ne yazık ki, II. Dünya Savaşı’nın Türkiye üzerinde yarattığı tehditler ve riskler bağlamında uygulanamamış; Türk devrimine yönelik karşı devrimin temel konusu haline gelmiştir.
Toprak Reformu Kanun tasarısının görüşülmesi sırasında, Büyük toprak sahiplerinden biri olan Adnan Menderes, Komisyon sözcülüğünden istifa ederek, toprak reformuna tepkisini ortaya koymuştur. Akabinden, CHP milletvekilleri Celâl Bayar, Adnan Menderes, Fuad Köprülü ve Refik Koraltan, CHP Grubu'na "Dörtlü Takrir" adlı bir önerge vererek, Toprak reformu temelinde gelişecek tepkileri de ifade itmek üzere ülke ve parti yönetiminde özgürlükçü bir anlayışın geliştirilmesini istemişlerdir.
Ancak Dörtlü Takrir'in CHP Gurubu tarafından reddedilmesi üzerine, Menderes ile Fuat Köprülü’nün Vatan Gazetesi'nde, CHP iktidarına karşı çok sert eleştirilerde bulunmaları nedeniyle CHP’den ihraç edilmeleri, Demokrat Partinin kuruluşuna zemin hazırlamıştır. Anılan gelişmeler sonucunda Cumhuriyet Halk Partisi'nden ve milletvekilliğinden istifa eden Celâl Bayar 7 Ocak 1946'da Demokrat Partiyi kurmuştur.
V. Türk İnkılabı ve Karşıdevrim
Toprak Reformuna muhalefetin doğurduğu Demokrat Parti, II Dünya Savaşı sonucunda Sovyetler Birliği’nin yayılmacı siyaseti karşısında; Türkiye’ye yönelik tehditlerinin doğurduğu güvenlik bunalımını başarılı bir şekilde kullanmakla birlikte, komünizm karşıtlığıyla da kamuoyunda yükselen tehditler ve risklere karşı; Türk toplumunun duyarlılığını sağcı, küresel batıcı siyaseti etrafında konsolide etmeyi başarmıştır.
Bununla birlikte ve aynı zamanda, Türk inkılabının emperyalist bağımlılık ilişkilerine yönelen sonuçlarını ortadan kaldırmak ve söz konusu ilişkileri yeniden inşa etmek üzere, Toprak Reformuna karşı mütegalibe ile feodal toprak beylerinin tepkilerinin dile getirildiği bir siyasal merkez haline gelmeyi, gelebilmeyi de başarabilmiştir.
Öyle ki ne kadar büyük toprak sahibi, mütegalibe, feodal bey var ise, adeta DP etrafında bir araya gelmiş; DP’nin özgürlükçü siyaseti etrafında, kendisi için bir ifade alanı bulmuştur.
Demokrat Parti, Türk inkılabının en hassas ve en nazik konusuna ve belki de en kaşınmayacak, kanırtılmayacak yarasını kaşıyarak, CHP karşısında muhalefetini yükseltmiştir.
Demokrat Parti, Şeyh Sait ve Dersim İsyanları sebebiyle zorunlu iskana tabi tutulan Kürt feodal beyleri ile mütegalibenin memleketlerine geri dönüşleri, toplumsal yapı içindeki kadim ilişkileri ile statülerinin tanınması gibi talepleri ile temel hak ve özgürlüklerinin korunması konularını; dini değerler bağlamında gündeme getirmek suretiyle, güçlü bir toplumsal desteğe ulaşmıştır.
Öyle ki, İsmet İnönü’nün 12 Temmuz Beyannamesi ile yaptığı demokratik açılım sonucunda Kürt Feodal beylerin sürgün edildikleri yerlerden memleketlerine dönmeleri konusunda hayata geçirdikleri politikaları ve CHP’nin din konusundaki açılımlarını samimi bulmayan Kürt feodal beyleri ile dindar kesimler, Demokrat Parti etrafında birleşmiş, bir araya gelmiş ve nihayet Demokrat Parti üzerinden, Sovyet yayılması karşısındaki blokta yer almışlardır.
Ve nihayet din, dini değerler ile Kürt meselesi; Sovyet Yayılması karşısında Türk inkılabının ayağına dolanmış; Türk inkılabının siyasi aktörlerini de kendine mahkum ve duyarlı hale getirmiştir.
Mütegalibe ise, din adamları ve feodal beylerle arasında bulunan kadim ilişkisini kullanarak Demokrat Parti’den nemalanıyor; elde ettiği varlıklar ile sermayesine güvenli bir alan yaratıyordu. Tahakküm ettiği halkın üzerindeki siyasi ve dini otoritesini ise, toplumsal tarihinden devredegelen kadim kutsiyetin, din adına söz söyleme, eylemde bulunma meşruiyetinden alıyordu.
II. Dünya Savaşının ortaya çıkardığı iktisadi buhrandan yararlanarak ve emekçi köylü ve memur kesimin üzerine abanarak haksız kazanç elde eden bu kesimler; Varlık Vergisi Kanunu vasıtasıyla devletin el koyduğu varlıklar ile mülkleri de ucuza kapatarak bir hayli zenginleşmişlerdi. Şimdi hoyratça emekçi kitlelerin kanını emerek zenginleşen bu kesimler, biriktirmiş oldukları sermayeleri için güvenli bir liman arıyorlardı.
Bu nedenle, çıkarları, Türkiye’yi Sovyet yayılması karşısında tahkim etmek isteyen küresel emperyalıst güçlerle çakışmakla kalmıyor; küresel güçlerin açtığı ekonomik kaynaklardan nasiplenmek üzere; Demokrat Parti’nin “anti komünist”, sağ politikalarını gelecekleri için bir kurtuluş ve sürdürülebilirlik umudu olarak görüyorlardı.
Ancak söz konusu umutlarının gerçekleşmesi önündeki en büyük engel ise, muhalefet ettikleri Hükümet değil; cumhuriyetin yeni üretim ilişkilerinin değerleri ile bilgi ve bilincini oluşturmak üzere kurulmuş bulunan Köy Enstitüleri olmuştur. Türk inkılabının topraktaki mülkiyet ve üretim ilişkilerini değiştirmek üzere, Cumhuriyetin kuruluşu itibarıyla uygulamaya sokmaya çalıştığı ve Toprak Reformu Kanunu ile taçlandırılan yeni üretim ve mülkiyet ilişkisinde, Köylüyü yeni üretim ilişkilerinin bilgisi, teknolojisi ve değerleriyle donatmak ve eğitmek üzere 1927 yılında açılan Millet Mektepleri temelinde geliştirilen Köy Enstitüleri, buradaki eğitim ilişkileri ve süreçleri, köylü ile kurmuş bulundukları ilişkiler eleştirilerin merkezini oluşturmuş ve bu Enstitüler, Komünizm propagandası yapmakla, ahlaksızlığın ana merkezi olmakla suçlanmış ve bu okullardan yetişen aydınlar hedef haline getirilmiştir. Köy enstitülerine yönelik ideolojik eleştirilerle beraber Zekeriya ve Sabiha Sertellerin Tan gazetesinin basılması, DTCF hocalarından Behice Boran, Niyazi Berkes gibi hocaların fakülteden atılmalarıyla başlayan Komünist avı; inkılapçı kadroları susturmakla kalmıyor, Türk inkılabı, Sovyet yayılması karşısında küresel batının oluşturduğu korkuya teslim oluyordu. Ve nihayet Bahsedilen korkunun Türk inkılabı ve inkılapçılarını teslim aldığı, söz konusu siyasal koşullarda İktidarı, “Yeter Söz milletindir” diyerek Demokrat Parti devralıyordu.
14 Mayıs 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’nin iktidarı devralması; Türk inkılabı açısından İsmet İnönü’nün Sovyet yayılması karşısındaki siyasal tavrının oluşturduğu zemin üzerinden manevra kazanan bir dönüm noktası olmuştur.
Kim ne derse desin, nasıl görürse görsün; gerek II. Dünya Savaşı’ndan sonra İsmet İnönü’nün uyguladığı politikalar ve gerekse Demokrat Parti’nin kuruluş sürecinde Cumhuriyet yönetimi ve inkılaplara yönelik eleştirileri ile iktidarı sürecinde uyguladığı politikalar; cumhuriyet tarihimiz ile mensubu olduğumuz doğu medeniyetinin mazlum milletleri için, birer kara leke olarak tarihimizde yerini almış bulunmaktadır.
1950 seçimlerinden bu yana Türk toplumu, giderek artan oranda emperyalist bağımlılık ilişkileri girdabına girmiş; cumhuriyetin ilk yıllarında Osmanlıdan Cumhuriyete devreden sefalet amilleri daha da derinleşerek artmıştır. Öyle ki, nüfusunun büyük bir kısmı köylü olan ve tarımsal üretimle geçimin sağlayan Türk toplumu, kentlere akar hale gelmiş; 1980’lere gelindiğinde temel üretim araçlarıyla ilişkileri kopmuş bulunan, büyük kentlerin varoşlarında gecekondularda yaşayan ve büyük oranda siyaset kurumunun rant alanlarından beslenen, kamu iktisadi kuruluşlarında istihdam olanakları arayan, işe gitmeden maaş olan; Sovyet Yanlısı-Sovyet Karşıtı, Amerikan yanlısı-Anti Amerikancı ve nihayet sağcı- solcu; Alevi-Sünni , Dindar Dindar olmayan, gibi kutuplara bölünmüş, ideolojik kavga veren bir toplum haline gelmiştir.
Toplum kentlerin varoşlarında kurtarılmış mahallelerde birbiriyle kavga eder boyutta, ideolojik kamplara bölünmüşken; temel üretim araçlarıyla ilişkileri koparılmış; üretim ve üretim ilişkilerine yabancılaşmış ideolojik özne haline getirilmiştir. 24 Ocak 1980 kararlarından sonra ülkenin yabancı sermayeye açılması ve nihayetinde ve AKP iktidarlarına kadar neredeyse kamu iktisadi kuruluşlarının tamamının özelleştirilmesi ve nihayet yabancı kuruluşlara satılması ile bir nebze olsun bu kuruluşlarda işe yerleşen işsiz kesimlerin iş olanaklarından yoksun kalmasına ve nihayet siyasal sistemle ilişkilerinin ise giderek üretim alanından gelen ücretle geçim yerine, sosyal yardımla tanzim edilen siyasal bağımlılık ilişkisine dönüşmüştür.
Çalışmayan, iş bulamayan, geçimini sosyal yardımlar vasıtasıyla gerçekleştiren bir toplum haline geldik. Toplumsal tarih, iktisadi ilişkileri, kadim olana, öğretilene göre kurma kudretini gösteriyor. Ulufeyle, tımarla geçimini sağlayan; kendisini üreten sefalet amillerine teslim olmuş bir toplum haline geldik neredeyse.
Toprakla, hayvanla, doğayla bağları kopmuş. Tezgahla, makineyle işi olmayan, üretmeyen, büyük kısmı tüketici haline gelen bir toplum.
Büyük büyük kentlerin, depreme dayanıksız, apartman katlarında, kendi internet servis sağlayıcımız olmayan internete, yine kendimize ait olmayan arama motorlarıyla bağlanan, kendi üretimimiz olmayan sosyal medya araçlarıyla, sosyal medyada gezinen ve kendi markamız olmayan marka telefonların ekranı başında ömür tüketen gençlere sahip. Hemen hemen hepsi, Polanya, Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan gibi, propaganda edilmiş haliyle kolay yurtdışı ve eğitim imkanı olan ülkeler üzerinden Avrupa’ya kapağı atma derdinde.
Neredeyse birkaç şehri tek başına bir tarım ülkesi olan Hollanda büyüklüğünde olan ülkemizde, tarım tükenmiş. Hayvancılık bitmiş. Eğitim, üretim ilişkilerinden ve üretim süreçlerinden kopuk, ideoloji üretmek derdinde. Bilgi ve teknoloji ise ancak üretim sürecinde ve ihtiyaç hasıl oldukça üretilebilme imkanına sahip.
Üstüne üstlük, başkalarına “Tanrıyı kızdıracak denli ne yaptınız” dedirtecek kadar; bir felaketin ortaya çıkardığı sefalet, cehalet, çaresizlik.
Depremin daha da pekiştirdiği sefalet amillerini nasıl ortadan kaldıracak 14 Mayıs 2023 seçimleri?
Halkın sefaletine sebep olan amilleri kim ortadan kaldırmayı vaad ediyor ve kim bu konuda ciddi bir programla toplumun karşısına çıkıyorsa, halkın umudu olabilir. Cumhuriyetin ikinci yüzyılını karşılayabilir.
Kentlerin varoşlarından, apartman karanlığı ile buhranlı havasından; gençleri, üretici kesimleri köye, kasabaya çağıran; toprakla buluşturan; üretim araçlarıyla buluşturanlar ancak bir umud, bir ışık olabilir, cumhuriyetin ikinci yüzyılına.
Ve Binbaşı Noel’in bütün kışkırtmalarına rağmen, şikayetlene şikayetlene temel hak ve özgürlükleri ile taleplerini terörle aralarına mesafe koyarak dillendirenlerin seslerine kulak verenler, Türk toplumunun bölünme kaygısını karşılayanlar, gelecek tasavvurlarını Türklerle kader birliğinde görenler ancak karşılayabilir, Cumhuriyetin ikinci yüzyılını.