Çok geçmeden de konukları bahçe çitinin ötesinde belirdiler. Pişen balığın kokusu burunlarına vururken:
“Ahmet Bey yapmış yapacağını,” diye söylendiler ikisi de.
Ahmet Bey, konuklarını büyük bir sevinçle karşıladı. Kasabadaki bu ilk konuklarını gönüllerince ağırlamak, onları hoş tutmak için ne yapacağını bilemedi. Masaya haydariden acılı ezmeye, rokadan pişmiş soğana kadar her şeyi dizdi, donattı. Birer yüzü pişen balıkları çevirip, mutfağa koştu. Konukların getirdiklerini ince ince doğrayıp tabaklara koydu. Onları getirip sofraya koyduktan sonra, diğer yüzleri de pişen balıkları ızgaradan alarak servis etti.
Konuklarının ikisi de çok hoşsohbettiler. Ama içki sofrası müziksiz çekilmezdi. Hemen gidip radyoyu açtı. Ve gelip masaya, dostlarının karşısına oturdu. Ayakları denizin tuzlu suyuna girince, ferahlığın etkisiyle üç ahbap da rahatladılar. Kadehlerini şerefe tokuşturup yemeğe başlarken, muhabbet de başladı. Laf lafı açtı. Saatler ilerledi. Kadehlerdeki içkiler, su gibi dolup boşaldı.
Radyoda, bu güzel ortamı bütünleyen şarkılar çalınıp söyleniyor; rüzgârın da etkisiyle dalgaların sesine karışıyordu. Harika bir uyum oluşmuştu. Zaman su gibi akıp geçiyordu, bu doyumsuz ortamın inadına. Gecenin ilerleyen saatlerinde, radyodaki müzik daha da ağırlaşıp duygusallaştı. Ya da alkolün verdiği sinirsel gevşemeyle Ahmet Bey’e öyle geldi. Çok duygusallaştı. Muazzez Ersoy’un söylediği “Boş Çerçeve” şarkısına eşlik etmeye başladı:
“Artık bülbül ötmüyor
Gül dolu penceremde
Yalnız hatıran kaldı, ah
Boş kalan çerçevede...”
Bu şarkı, ona ölen eşini hatırlatmıştı. Tıpkı şarkıda söylendiği gibiydi her şey... Artık eşi yoktu. Sadece çerçevedeki birlikte çektirdikleri fotoğraf vardı. Daha fazla dayanamadı. Gözlerinde hüzün bulutları dolaştı önce. Boğazını bir yumruk tıkadı. Hıçkırmaya başladı. Ve hıçkırıklarla birlikte, göz pınarlarında biriken yaşlar, oluk oluk yanaklarından aşağı akmaya başladı. İçini ve burnunu çeke çeke, hıçkıra hıçkıra ağladı, ağladı, ağladı...
Ona ne olduğunu anlayamayan konukları, bir süre hüzünlü bir şaşkınlık içinde onu izlediler. Sonra Halil Ağa, dostça omzuna dokundu. Yusuf Ağa da peçete uzattı.
“Bu güzel geceyi mahvettim,” dedi Ahmet Bey, hıçkırıklar arasında. “Özür dilerim.
Sizin de moralinizi bozdum. Bu şarkı bana, çok sevdiğim eşimi hatırlattı...” Ve zembereği boşalmış bir saat gibi, anlatmaya devam etti:
“Bundan tamı tamına bir yıl önceydi. Başarılı bir iş insanıydım. Çevremde çok sevilip sayılırdım. Mutluydum. Tek eksiğim, mutluluğumu perçinleyecek bir yuvaydı. Bir gün, şirketlerimden birini denetime gittim. Dolaşırken, dikkatimi kahverengi kıvırcık saçlı, yeşil gözlü bir kadın çekti. Ondan çok hoşlandım. Hemen yetkili arkadaşlardan, onun hakkında bilgi aldım. Hem de en küçük ayrıntısına kadar... Adını, hangi bölümde kaç yıldır çalıştığına, hatta nelerden hoşlandığına varıncaya kadar her şeyi öğrendim. Adı Zeynep’ti. Ve benden tam on beş yaş küçüktü. ‘Yaşının önemi yok. Olsun,’ dedim. Şairin dediği gibi, birini gerçekten sevdin mi yaşı, ne kadar uzakta olduğu, boyu, kilosu sadece lanet birer sayıydı.
“Onu görmek için, şirkete daha sık gitmeye başladım. Aklım hep ondaydı. Başka bir şey düşünemez olmuştum. Kişiliğini anlamak için yakın arkadaşlarını, kimlerle takıldığını bile öğrendim. Hatta birer bahaneyle onlarla tanışıp dost bile oldum. Ama yine de ona yaklaşmaya, ilişki kurmaya cesaret edemiyordum.
“Bir süre, yemekhanede karşısındaki masada oturarak ya da çalıştığı odanın camına gözlerimi dikerek onu izlemekle yetindim. Çok ağırbaşlıydı. Çok iyi bir ailesi vardı. Babası, kanserden ölmüştü. Yaşlı annesiyle kalıyordu.
“Artık böyle uzaktan izleyerek bir şey elde edemeyeceğimi anladım. Ve bir gün onu bir bahaneyle ofisime çağırttım. Ama bir türlü söze nasıl başlayacağımı bilemedim. Onunla yakınlık kurmak için, hep havadan sudan şeylerden söz ettim. Derken, bir ara cesaret bulup, ‘Akşam işin yoksa seni yemeğe davet etmek istiyorum,’ dedim. Çok şaşırdı. İlk başta, annesini bahane ederek teklifimi kabul etmedi. Ama ben ısrar edince, kabul etmek zorunda kaldı. Annesini bahane etmesi, beni rahatlatmıştı. Çünkü bir erkek arkadaşı olsaydı, annesini değil de onu bahane ederdi.
“Neyse, konumuza dönelim. Ondan yemek sözünü alır almaz, hemen Kız Kulesi’nde yer ayırttım. O akşam buluşup oraya gittik. O, balık yemeyi yeğledi. Zavallı, bunu sadece dostane bir yemek sanıyordu. O akşam kendisinden hoşlandığımı ve niyetimin ciddi olduğunu öğrenince bana, ‘Siz zengin bir insansınız,’ dedi. ‘Kendi ekonomik seviyenizde, üniversite mezunu, kültürlü birini bulabilirsiniz. Benim gibi lise mezunu, ay sonunu zor getiren biriyle yapamazsınız. Hem aramızda sanırım yaş farkı da var. Birbirimizle uyum sağlamakta zorlanırız.’
“Ama ben kararlıydım. Ona, her şeyin para olmadığını, insani değerlerin eğitimin üstünde olduğunu söyledim. Yaş farkı için de şairin az önceki sözünü söyledim. Onun kimlerle takıldığını, şirkette dolaşırken kendisini gözlemlediğimi söylemeyi de ihmal etmedim. Anlayacağınız, onu ikna etmek için çok dil döktüm. Çok kararsızdı çünkü. Bu, beklemediği bir teklifti.