Tarih: 11.08.2024 21:47

BİR KUSURUM VARSA BİLENLER SÖYLESİNLER DE ÖĞRENEYİM (3. Bölüm)

Facebook Twitter Linked-in

● Biyoloji Tarihini Okutmakla Görevlendirilmiştim                                                                                              

1994 yılıydı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesindeki Bilim Tarihi Bölümünün Başkanı Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu Bey,  Fen Fakültesi  Biyoloji Bölümü Başkanlığını ziyaret ederek, Biyoloji Tarihi dersini okutacak bir öğretim üyesine ihtiyacı olduğunu söylemiş.   Bölüm Başkanımız Prof. Dr. Metin Bara Bey de, bana bu ziyaretten bahsederek,  "Seni düşündüm.  İstersen git bir görüş” demişti. Ben de hocama: “Her ne kadar Zoolojiyi okumaya başlarken ., Atıf Bey (Prof. Dr. Atıf Şengün) birkaç cümle ile Aristoteles’ten bahsetmiş, Botaniği okumaya başlarken de Sara Hanım  (Prof. Dr. Sara Akdik) bir kaç cümle ile Theophrastus’tan bahsetmişse de,  Biyoloji tarihi konusunu anlatmaya bilimsel formasyonumun müsait olmadığını, söylemiştim. Fakat  30 yıldır beraber çalıştığımız Metin Bey, vaktiyle verdiğim bir seminerde: “Bitkilerin çoğunun  kendine has adı bile yoktur. Mutlaka bir hayvanın bir organına benzetilerek adlandırılmışlardır" dediğimi ve bunu da kültür tarihimize ilişkilendirdiğimi hatırlatmış,  ”Biyoloji tarihini okursan dersini de anlatabileceğine inanıyorum” demişti. 
Metin Bey bunları söyleyince 23 yıl önceki seminerimde  anlattıklarımı hatırlamıştım. Bitkilerin adına örnek olarak: Koyun gözü, Kuzu kulağı, sığır kuyruğu, Aslan ağzı, fil kulağı, deve tabanı, Deve dikeni  gibi bitki adlarını  sıralamıştım. Buna karşılık evcil  hayvanların her birinin dişisinin, erkeğinin ve her yaştakilerin  adlarının farklı olduğunu da söyledikten sonra, Koyunun yeni doğan yavrusuna körpe dendiğini, süt emdiği sürece kuzu dendiğini, 2 yaşındakilerin dişisine öveç erkeğine  şişek dendiğini, 3 yaşında iğdiş edilmiş erkeğine toklu  iğdiş edilmemiş olanına koç dendiğini doğurmuş dişisine koyun dendiğini söyledikten sonra, bunları da , atalarımızın   Orta Asya'da hayvancılıkla meşgul olduklarına bağlamıştım. 
Metin Bey haklıydı. Ben de bunun  üzerine: “Koyunun bulunmadığı yerde, keçiye «Abdurrahman Çelebi»  derler. Anlaşılan Ekmeleddin Beye de bir “Abdurrahman çelebi” lazım olmuş. Diyerek gidip görüşmüştüm. Ekmelettin Bey de, ders vermeye gelecek yıl başlayacağımı, o zamana kadar ders notlarımı hazırlayabileceğimi söyleyince, görevi kabul etmiştim.
Biyoloji Bölümü kütüphanesinde bulduğum Charles Singerin 1950 baskılı, “A History Of Biology”  (Biyoloji Tarihi) adlı kitabını okuyarak ders notlarımı hazırlamaya başlamıştım. 
En eski zamanlarda, biyoloji ile ilgili konuların, tıp ile birlikte incelenmiş olduğunu görünce, kütüphanede bulduğum, Dr. Abdulhak. Adnan Adıvar’ın “Tarih Boyunca Bilim ve Din” adlı Kitabını da incelemeye başlamıştım. Sıra İbn Sina’ya gelince, eskiden beri,  kulaktan dolma bilgilerle, sadece tıp ile meşgul olduğunu zannettiğim ibn Sina’nın, çok değişik bilim dallarıyla da ilgilenmiş olduğunu       öğrenmiştim.  

●İmam Gazali, Farabi'nin ve İbn Sina'nın Kâfir Olduklarını Yazmış.

Arkadaşım, Prof. Dr. İlker Birdal’ın evinde sohbet ederken, Biyoloji tarihi dersini vermek üzere görevlendirildiğimden bahsederek, İbn Sina’nın çeşitli bilim dallarıyla meşgul olduğunu, bu vesileyle öğrendiğimi söyleyince,  O da bana İmam Gazali’nin  İbn Sînâ’yı ve Farabi’yi tekfir  etmiş (Kâfir olduklarını ileri sürmüş) oluğunu söylemiş ve  Burhanettin Ulutan’ın “İslam'da Çöküntü Ve Kurtuluşun Anahtarı” adlı kitabını vererek  okumamı tavsiye etmişti.                                              
İbn Sînâ’nın  kâfir olup olmadığı biyoloji tarihini ilgilendirmezdi. O nedenle ders notlarımda o konuya hiç değinmemiştim.  Fakat Burhanettin Ulutan’ın Kitabını okuyunca İmam Gazali konusu da ilgimi çekmişti; ama,  o konuyu incelemeye vaktim yoktu.  İmam Gazali’yi daha geniş bir zamanda incelemek üzere, rastladığım belgeleri toplamaya başlamıştım.
O yıllarda Fen Bilimleri Enstitüsündeki Müdür Yardımcılığı görevim devam ediyordu. İşlerim yoğunlaşınca, bilimsel araştırmalarımı Lisansüstü öğrencime tez konusu olarak verip, yükümü hafifletmiştim.  
İmam Gazali dosyasına koyduğum  makalelerin birinde, Mutezile denilen batıl bir mezhebin imam Gazali tarafından kökünün kazındığını da okuyunca, bu sefer, Mutezile konusunu da geniş bir zamanda  incelemeye karar vermiştim.
Ders notlarımı yazdıktan sonra, İmam Gazali ve Mutezile konularını incelemeye vaktim olmuştu. Yaptığım literatür taramasında, Kemal Işık’ın  “Mutezilenin doğuşu ve kelami Görüşleri” adlı Doktora Tezine rastlayınca ,  daha fazla belge aramaya lüzum görmemiştim  Çünkü Kemal Işık, Tezinin Önsözünde:
"Mutezile" adının ve okulunun doğuşu hakkında şimdiye kadar dilimizde yazılmış ilmi mânâda eserler hemen hemen yok denecek derecede az” olduğunu söylemişti.    Söz konusu tez:  Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken, Prof. Dr. Neşet Çağatay ve Prof. M. Tayyip Okiç'den kurulu bir Jüri tarafından 1964 yılında doktora tezi olarak kabul edilmiş ve 1967 yılında “Ankara Üniversitesi Basımevi” tarafından basılmıştı. 
Kemal Işık’ın tezinden anladığıma göre: Müslümanların kendilerini Ehli Sünnet v’el cemaat olduklarına samimiyertle inanmış olan Müslümanların cahil kalabalığından itizal eden (ayrılan) küçük fırkalara   Mutezil denmiş;  Mutezil fırkaların tamamını da batıl saydıkları ve “Mutezile” adını verdikleri  yapay bir mezhebin çatısı altında toplamışlarmış.  Buna göre, Mutezile mezhebinin mensubu olan küçük fırkaların muhtelif düşüncelere sahip olmalarından dolayı, söz konusu mezhebin heterojen (farklı şeylerin karışımı)  bir yapıda olması kaçınılmazdı. Fakat Kemal Işık, Mutezile mezhebinden bahseden cümlelerinde, Mutezile ismini kullanırken söz konusu mezhepten, homojen (Aynı şeylerin karışımı) yapılı bir mezhepmiş gibi anlatmış ve ehlisünnet olan mezhepleri de  Mutezile Mezhebinin rakibi olarak ifade etmiştir.                                                                                        
Bu günkü makalemi yazmaya başlamadan önce Kemal Işık’ın tezinden seçtiğim birkaç pasajı görüşünüze sunmak istiyorum:

● Birinci Pasaj:
“1— Müslümanlar arasındaki dini ve siyasi ihtilaflar:                                                    
Hz. Peygamber ve onu takip eden iki halife devrinde Müslümanlar arasında hüküm sürmekte olan sükunet, birlik ve beraberlik, üçüncü Halife Osman b. Aff ân' ın müdafaasız ve muhakemesiz bir şekilde öldürülmesiyle sona erdi.   Onun hilâfet devresi, H. 23-29 /M. 643-649  ve 30-35 / 650-655 yılları arasında olmak üzere iki kısma ayrılır ki,  birbirine eşit olan bu iki devreden birincisini teşkil eden ilk altı yıllık süre "iyi idare sistemi",  diğeri ise "gayri meşruluk ve karışıklık" la vasıflandırılmıştır. 
Biz burada, Hz. Osman'ın hilâfetinin ikinci yarısında fiilen baş gösteren zıt cereyanların ve nihayet onun katliyle sonuçlanan hareketlerin nedenlerini inceleyecek değiliz. Esasen buna vaktimiz de müsait değildir. Ancak burada şunu ifade etmek isteriz ki, Abdullah b. Sebe  gibi bir İslam düşmanının, İslam kisvesi altında kıyam edip bizzat yönettiği menfi hareketlerin ve devlete karşı ayaklanmaların başladığı bu devreye gayri meşrûluk vasfını vermek kanâatimizce doğru bir hareket değildir.   Bu olsa olsa belirli bir gayeyi istihdaf eden (amaçlayan) yersiz ve haksız bir isnattan başka bir şey değildir.  
İstinat edilen sebepler ne olursa olsun, Hz. Osman'ın böylesine feci bir şekilde öldürülmesi, Müslümanlar arasında büyük bir anarşi yarattı. Daha önce İslam camiasında teessüs eden birlik ve beraberlik bu hadiseyle inkiraza uğradı. 
 Müslümanlar arasında doğan ciddi ihtilaflar ve ayrılmalar, çoğu zaman taraflar arasında silahlı çatışmaya kadar vardı.  H. 36 /M. 656 yılında vukua gelen Cemel vak'asında Hz. Peygamber'in  damadı Ali b. Ebi Tâlib (Ölm. H. 41 /M. 661) ile eşi Hz. Âişe ve  taraftarları amansız bir harbe tutuştu. Neticede Hz. Ali zaferi elde etti.  Fakat her iki taraf ta büyük bir zayiat verdi. Hz. Âişe’nin  taraftarlarından Talha ve Zübeyr gibi birçok İslam büyükleri bu vak'ada öldürüldü. Aişe ise, meyus bir halde Medine'ye döndü; orada münzevi bir hayata çekildi ve H. 59 /M. 678 yılında 64 yaşında olduğu halde  hayata  gözlerini kapadı 
Bundan sonra H. 37 /M. 657 yılında Sıffin'de vuku bulan Ali ve Muâviye (ölm, H. 60 /M. 679) mücadelesi de hazin neticeler doğurdu.   Özellikle iki taraf arasında cereyan eden savaşı durdurmak amacıyla hâkem olarak tâyin edilen Ebû Mûsâ al - Aş'ari (Ölm. H. 60 /M.657) ve Amr b. al-As (Ölm. H. 43 /M. 663)'ın hükümlerinin her iki tarafça da kabule şâyan görülmemesi, bu mücadelenin şiddetlenmesine ve buna ilâveten de yeni anlaşmazlıkların doğmasına sebep oldu. Hariciye  fırkası işte bu savaşın sonucunda meydana çıktı. Şia’nın aşırı bir kolu olan Sebeiyye fırkası ise, daha önce zuhur etmiş ve Hz. Osman'ın şehit edilmesinde büyük bir rol oynamıştı. Bu itibarla bu fırka mensuplarına  Osman'ın gerçek katilleri nazariyle bakıldı.
  İslam âleminde zuhur eden bu fitne hareketleri gün geçtikçe gelişti. Bu yüzden Müslümanların temiz kanları bol bol aktı. Daha önce  görülmeyen büyük günahlar işlendi. İslâm dininin yasakladığı icram (Cürüm = suç) hareketlerine girişildi. Müslümanlığın en ulu ve en muhterem şahsiyetlerinden birçoğu bu hadiselerde hayatlarını kaybetti. Islâm birliği parçalanarak Müslümanlar ufak ufak gurup ve fırkalara ayrıldı. Bunlar birbirlerini tekfir etmekten ve lânetlemekten çekinmedi. Fütühat hareketleri bu iç çekişmeler yüzünden durdu. Gerçekten durum çok nazikti. Bu durumu gören bazı büyük din bilginleri buna bir çare arama,  bir çıkar yol bulma çabasına düştü. Her âlim, irtikâp edilen büyük günahlar hakkında Kur'an ve Sünnet'e dayanarak kendi görüşüne göre hükümler verdi; fakat verilen hükümler çelişti, düşünce ve görüşler ayrıldı; meseleyi halledecek bir nokta üzerinde ittifak edilemedi. Müslüman bilginlerini bu derece meşgul eden büyük günahın  mahiyeti ne idi? Şimdi onu görelim: 
1.Allaha şerik koşmak (Büyük günahların en büyüğü. Bunu işleyenler ebediyen cehennemde kalacaktır). 
2. Ortak koşmanın dûnunda  (Daha düşük derecede olan) büyük günahlar: kasten insan öldürmek, Zina yapmak, ana baba hakkına tecavüz, yalan yere şahitlik, yetimin malına tecavüz ve faiz yeme gibi fiillere uyan günahlardır. Burada göze çarpan Husus insan öldürme ile zina suçuna terettüp eden günah ve cezanın, diğerlerine  nazaran daha büyük olmasıdır”(Bkz. s.30).
Yukarıdaki pasajda bahsi geçen, Müslümanların çoğunluğundan ayrılan, ufak ufak guruplara ve fırkalara, başlangıçta her hangi bir ad verilmemiş fakat sonradan bu gruplara mutezile (Ayrılanlar) adının verilmiş olduğunu açıklayan  2. Pasajı da görüşünüze sunuyorum:  

● “1— Mutezile'nin doğduğu yer ve tarihi :
Mutezile'nin dini mânâda  bir ekol olarak ortaya çıkış tarihi kesin olarak bilinmemektedir.  Bu konuda Arap kaynaklarından öğrenebildiğimiz husus, bu sistemin ilk defa Basra'da Vasıl b. Atâ al-Gazzal' ın Hasan al- Basri'nin meclisinden ayrılmasıyla başlamış olmasıdır” 
“Bu durumu gören bazı büyük din bilginleri buna bir çare arama,  bir çıkar yol bulma çabasına düştü. Her âlim, irtikâp edilen büyük günahlar hakkında,  Kur'an ve Sünnet'e dayanarak kendi görüşüne göre hükümler verdi; fakat verilen hükümler çelişti, düşünce ve görüşler ayrıldı; meseleyi halledecek bir nokta üzerinde ittifak edilemedi”  Diyerek yazısına devam ederken, burada bir parantez açarak Kemal Işık’ın: (“büyük din bilginleri” lafını  kullanmış olmasından, kendisinin  ve tezini  kabul eden  jüri , üyelerinin İslam'ın Allah tarafından kemale erdirilmiş bir din olduğunu (maide / 3) Kur’an'ın da  bilim kitabı değil din kitabı olduğunu,  idrak etmemiş olduklarını anladığımı söylemek istiyorum.   Bu konuyu  daha önce yazarak açıklamış olduğumdan, burada üzerinde fazla durmayacağım; sadece, İslam’ın  Hak dinlerin sonuncusu olduğunu, hatırlatarak.  Hak dinin peygamberi olur, mümini olur,  münkiri olur. fakat âlimi olamaz. Çünkü İslam,  ilim değildir ki âlimi de olsun.  Gerçek âlimlerin (bilginlerin) Kur’an ayeylerini,  cahillerden daha iyi anlıyor olmalarının, onların din âlimi oldukları anlamına gelmediğini söylemekle yetineceğim).                                                                                                                                                                
Ayrıca,   yukarıdaki paragrafta  Kemal Işık’ın:  “Süfyân as-Sevri'den rivâyet edilen «Benim ümmetim yetmiş küsur fırkaya ayrılacak; bunların içinde en doğru yolda olanı Mutezile fırkasıdır» hadislerinden iktisap etmiş olduklarını da ileri sürmektedir"  Demiş olduğunu (hiç eleştirmeden) kabul etmiş olmasından da (Bkz. s. 55) hem kendisinin hem de bu cümleye itiraz etmemiş olan  Jüri üyelerinin analitik düşünemediklerini anladığımı söylemek istiyorum.   Çünkü:  “Mutezile” denilen fırka,   Hz. Muhammed’in vefatından  100 yıl sonra  ortaya çıkmış  heterojen yapılı (düşünceleri farklı gruplardan oluşmuş) yapay bir mezhep olduğundan Hz. Muhammed’in “ ümmetim yetmiş küsur fırkaya ayrılacak; bunların içinde en doğru yolda olanı  Mutezile fırkasıdır” demiş olması mümkün değildir. O rivayetin “mevzu hadis” (uydurma) olduğu ortadadır.                                                                                                                        
Kemal Işık’ın tezine tekrar döneceğim fakat  söz konusu tezin   yayınlanmasından  20 yıl kadar sonra yazımına başlanan, TDV İslam Ansiklopedisi'ndeki “Mutezile” maddesinin Müellifi olan  İlyas Çelebinin yazdıklarından öğrendiklerimi de aktarmak istiyorum:                                    

● Mutezilenin Basra Ekolü                                                                                                                                          

Hasan Basri (641-728) adında Basra’lı bir Hoca, Basra'daki bir camide, “mürtekib-i kebire” (büyük günah) İşleyenlerin ahiretteki durumuna dair ders verirken, öğrencilerinden Vasıl b. Atâ (699 – 748) Hocasının anlattıklarına itiraz edince,  Hasan Basri de: “Vasıl bizden itizal etti” (ayrıldı) demiş.   Amr bin Ubeyd adlı diğer bir öğrenci de Vasıl b. Atâ’ya uymuş. Böylece, Hasan Basri'nin taraf olduğu çoğunluktan ayrılanlara “mutezil” denmiş.
Vasıl bin Ata'nın ve Amr bin Ubeyd’in Mutezil kabul edildiklerini Kemal Işık'ın yazdıklarından da, anlamıştım.  
Hal bu ki olaya İslam açısından bakıldığında, en başta Hasan Basri denilen hocanın, büyük günah işleyenlere ahirette ne yapılacağını anlatmaya başlamış olmasından dolayı, Al-i İmran suresinin 7. Ayetinde “Kalplerinde bir eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için müteşabih âyetlerin ardına düşerler” denmiş olduğunu  ve  Ankebut suresinin 20. ayetinde de,  ahiret âleminin  dünyaya müteşabih olarak  yaratılacağının haber verilmiş olduğunu da hatırlayacak olursak, büyük günah işleyenlere ahirette ne yapılacağını tartışan bu insanların yaptıkları işin, “Müteşabih ayetlerin ardına düşerek onların olmadık yorumlarını yapmak suretiyle, fitne çıkarmaktan başka bir şey olmadığını anlarız.  Nitekim  Vasıl b. Ata'nın  Hasan Basri'nin meclisinden ayrılması,   çıkarılan fitnenin sonucudur.  Kur’an’da  insanlara,  verilen görev,  camilerde oturup “Mürtekib-i kebire” işleyenlerin ahirette nereye gideceklerinin dedikodusunu yapmak değil,   göklerdeki ve yerdeki (kevni) ayetleri okuyup bilgilenerek ilimlerini arttırmalarıdır(Ta.Ha / 144).                                                                  
Değerli okurlarım,                                                                                                                                                  
Daha önce de yazdım; ama önemine binaen bir kere daha vurgulamak istiyorum:
İnsanlar kendilerini bildiklerinden beri (Hz. Ademden beri) öğrendikleri her bilgiyi göklerdeki ve yerdeki ayetleri okuyarak öğrenmişlerdir. Bilgi öğrenmenin ve ilim sahibi olmanın başka bir yolu yoktur. Kur’an bilim kitabı değildir; ama insanlara “göklerdeki ve yerdeki ayetleri yaratan Rabbinin adıyla oku” buyurmakla, insanlara, hem bilim öğrenmelerini emretmiş hem de bilim öğrenmenin yolunu göstermiş olan, mükemmel bir dinin (İslam'ın) kitabıdır. Fakat ne yazık ki Müslümanların cahil kalabalığı, daha hâlâ bunu anlayabilmiş değildir.● Mutezilenin Bağdat Ekolü:                                                                                                                                   

Bağdat’taki Müslümanlar ise, “Halk-ul Kuran” konusunu  (Kur’an'ın ezelî mi, yoksa yaratılmış mı olduğunu) tartışıyorlarmış.  Kalabalık olan grup, Kur’an'ın ezelî olduğunu savunurken, Mutezil  denilerek  aşağılanan küçük grup ise, Kur'an’ın mahluk olduğunu iddia ediyormuş. 
Basra Mutezilleri İçin söylediklerimi bunlar için de söyleyeceğim. Kur’an'ın hiç bir ayetinde Müslümanlara Kur’an'ın ezeli mî?, mahluk mu? olduğunu, tartışma görevi verilmiş değildir. 
Esasen, Kur’an’ın mahluk olduğu tartışmaya gerek kalmayacak kadar açık ve kesindir.  Çünkü: Hz. Muhammed'e inen ilk vahiyde Allah insanlara “Yaratan Rabbinin adıyla oku” Buyurmuştur.  Önceki makalelerimde sık sık, Hz. Muhammed’in okur yazar olmadığını,  ortada henüz okunacak yazılı bir ayet bulunmadığını ve yazılı bir ayet bulunsa ve Hz. Muhammed de okuryazar olsa bile,  gecenin karanlığında o ayetin okunamayacağını hatırlatarak, her şeyi bilen Allah’ın,  Hz. Muhammed’e “Yaratan Rabbinin adıyla oku” buyurmuş olmasından,  o ayetin insanlara kâinatı okumalarının emredilmiş olduğunu anlamamızın gerektiğini yazmışımdır. Zaten Hz. Muhammed’e oku emrinin vahyedildiği zaman, vahyi tebliğ eden Cebrail de dahil olmak üzere, kâinatın en yakınından en uzağına kadar, görülebilen kısmının, bütün ihtişamıyla Hz. Muhammedin gözleri önünde olduğunu yazmıştım. Kâinat elif-ba  ile yazılı olmadığından, Hz. Muhammedin Elif-ba  okumasını bilmemesinin  sorun teşkil  etmediğini de belirtmiştim.   Göklerdeki ve yerdeki her şeyin (kâinatın)  Allah tarafından tekvin edilmiş (yoktan yaratılmış)  olduğunu Bakara suresinin 117 ayetinde,  Nahl Suresinin 40. ayetinde,  Âl-i İmrân Sûresinin  47 ayetinde,  En'âm Sûresinin 73. ve 101. Ayetlerinde, Meryem Sûresinin 35. Ayetinde ve Yâsin Sûresinin 82. Ayetinde haber vermektedir.  Casiye suresinin 13 ayetinde  de göklerde ve yerde ne varsa hepsinin Allah'ın bir lütfu olarak emrinize verilmiş olduğunu da hatırlatarak,  Kur’an’ın da Allah'ın bir lütfu olarak, okumamız için indirilmiş olduğunu anlamalıyız. Ayrıca: Ta-Ha suresinin 114. ayetinde  Allah’ın insanlara,  “kuranın vahyi tamamlanmadan, okumakta acele etmemeleri” emredilmiş olmasından, Kur'an'ın  yaratılmış olduğunu anlamak da mümkündür. Diğer bir husus, Ezelî olan  Allah’ın,  Maide suresinin 3. Ayetinde: “Bu gün sizin için dininizi kemale erdirdim” Buyurmuş olmasıdır. Ezeli olan Allah  dinimizi ezelde değil "Bugün" kemale erdirdiğini söylediğine göre, dinimizin kitabının da ezelde değil,  "bugün" yaratmış  olduğu apaçık anlaşılmaktadır.                                                                                                                                                                                                                                                                                   
Öte yandan, "Allah ezeli olduğuna göre, kelamının da ezeli olması iktiza eder” diyen büyük grup ise,  Kâinatın ezeli olduğunu söylemiş olan Aristo’nun  felsefesine  uyduklarının farkında bile değildir.  Çünkü Ezeli olan Allah'ın kelamı da ezeli olsaydı, “kün fe yekün” (“ol deyince olan) emri de ezeli olurdu. O nedenle kâinat da, Allah ile beraber ezelden beri var olurdu.  Hal bu ki İslam bize: “ezelden beri var olan Allah’ın  «kun fe yekün” diyerek kâinatı yoktan var ettiğini yukarıda saydığım Kur’an Ayetleriyle haber vermiştir.                                                                     
Değerli okurlarım,                                                                                                                                                 
Müslümanların,  bilim kitaplarını okumayan kalabalık kısmının, İslamiyet'i kabul ettikten sonra, İslamî muaşerete uymaktan başka bilimsellik adına başka bir kazanımları olamayacağı ortadadır.  İslamiyet'i kabul eden Araplarda okuma yazma oranının artması, bilim kitaplarını okumadıkları sürece, bilimlerde ilerledikleri anlamına gelmez. Ehli sünnet Bilim tarihçilerinin İslamdan sonra Arapların ilimlerde derinleştiklerini yazmakla,  Al-i İmran Suresinin 7. Ayetinde bahsi geçen ilimde derinleşmiş kimseleri değil,  müteşabih ayetlerin ardına düşerek fitne çıkarmakla meşgul olan  kimseleri kast ettiklerini, Müslümanların cahil kalabalığının  da, onların İslam âlimi olduklarını  zannetmiş olduklarını rahatça söyleyebiliyorum. Çünkü:  İslam âlimi oldukları zehabına kapılmış olan Ebül Hasan El Eş’ari ve Ebu Hamid El Gazali gibi ilahiyatçılar, insanlara ilim öğrenmelerini emreden Kur’an ayetlerine riayet etmedikleri gibi, az yukarıda da yazdığım gibi,  Al-i İmran Suresinin 7. Ayetinde bahsi geçen ve Ankebut Suresinin 20. Ayetinde de mahiyeti açıklanan  (Ahirtle ilgili) müteşabih ayetlerin ardına düşerek çıkardıkları fitneleri, telif ettikleri  (yazdıkları)  kitaplara doldurmuşlardır (İmam Eş’arinin  “El- Lüma” ve  “El İbane” adlı kitaplarına bakılabilir).                                                                        
İmam Gazali ise,   Kur’an ayetlerinin emrine uyup, yeryüzünü dolaşarak, göklerdeki ve yerdeki ayetleri de okuyan Müslüman âlimlerin keşfetmiş oldukları "tabii bilgiler (fizik)" için: 
"Bunların bâzısı, gerçek din ve şeri’at mânâsına uymayan cahilane şeylerdir. İlim değildirler ki, ilmin kısımlarından sayılsınlar. Dîğer bazıları da maddenin husûsiyet, evsâf ve değişikliklerinden bahseder ki, bir nevi tababete benzer, şu kadar farkla ki, tabîb hastalık ve sağlığı bakımından insan bedenine bakar. Tabiyatçılar ise, değişikliği ve hareketi bakımından bütün cisimlere bakar. Fakat tabâbet, fizik’ten üstündür. Çünkü tabâbete ihtiyaç zarurî, fizik'e ise zarûrl değildir.” Demek suretiyle  pozitif bilimleri küçümsemiş olduğunu da okudum. (Bkz. İhyau Ülumi’d-Din. Bedir yayınları. I. Cilt s. 62).                                                                        
İslam tarihi boyunca tıp her zaman ilim olarak kabul  edilegelmiştir; ama İmam Gazali, Tıbbın  temelinde,  “Cahilane şeylerdir” dediği, fizik kimya ve biyoloji bilimlerinin yattığının farkında değildir.                                                                                                                                                                        
İmam Gazalinin İmanı zayıf olanların matematikle uğraşmalarını ırmak kenarında dolaşan çocuğa benzetmiş olması, taşıdığı zihiyetin vesikalık fotoğrafı gibidir. Çünkü ona göre mükemmel ve kusursuz olan İslam'dır. “Amenna ve Saddakna” ona bir diyeceğim yok da, İki kere ikinin her zaman dört ettiğine bakarak Matematiğin de kusursuz olduğunu gören Gazalinin, İmanı zayıf olan kimseleri ırmak kenarında dolaşan çocuğa benzetmesi  Matematikle İslam'ı aynı kefeye koymuş olduğuna delalet etmektedir. Gazalinin yanılgısının esası da İslam'ın ilim olduğunu zannetmesidir. Hal bu ki Mükemmel bir din olan İslam'ın,  insanlara öğrenmelerini emrettiği ilimlerin de mükemmel olması gayet doğaldır. Binaen aleyh  Matematikle meşgul olan müminlerin  İslam'ı  terk etmeleri değil imanının kuvvetlenmesi bile söz konusudur.                                                                                                               
İmam Gazali, Tabiat bilimlerinin göklerdeki ve yerdeki ayetlerin okunmasıyla kazanıldığının farkında bile olmadığı gibi, akıllarını kullanarak (analitik düşünerek)  göklerdeki ve yerdeki ayetleri okuyan ve bu suretle bilgilerini (ilimlerini) arttırmış olan  Müslüman âlimlerden Farabi'nin ve İbn Sina’nın kâfir olduklarını ilan etmiş olmakla, akıllarını kullandıkları takdirde kâfir olacakları zehabına kapılan Müslüman gençlerin yüreğine korku salıp, analitik düşünebilme kültüründen uzaklaşmalarına sebep olmuştur.● Meşşaiyyun Âlimleri                                                                                  

Basra ve Bağdat mutezilleri Al-i İmran Suresinin 7. Ayetinde tanımlanan müteşabih ayetlerle ve  üstlerine vazife olmayan işlerle uğraşarak fitne çıkarmaya devam ededursunlar, Müslümanların cahil kalabalığından ayrılarak, antik çağ kavimlerinden kalmış olan  bilim kitaplarını okumakla meşgul olan gerçek Müslümanlar da vardır. Müslümanların cahil kalabalığı,  onları da  mutezil fırkaların arasına katmış ve onlar için de aşağılayıcı maksatla meşşaiyyun âlimleri (gezgin alimler) deyimini kullanmışlardır.  Çünkü onlar rahlenin önüne oturup, Kur’an okuyacakları yerde,  Aristo kâfirini  taklit ederek(!),  onun peripatetik ekol (peri = etraf, patetik = adımlayıcı, yani etrafı dolaşarak) öte dünyada hiç bir işe yaramayacak olan bilgileri  öğrendiklerini  görüyorlarmış.                                                                                                                                        
Değerli okurlarım,                                                                                            
Etrafı dolaşarak bilgi öğrenme yöntemi Aristoya ait bir yöntem değil, Allah’ın insanlara emrettiği bilgi öğrenme yönteminin ta kendisidir. 
Kur’anda bununla ilgili Rûm suresinin  9. ve 42. Ayetlerinde, Ankebut suresinin 20 ayetinde,   Enam  suresinin 11. Ayetinde ,   Hac  suresinin  46. Ayetinde,  Neml  suresiin  69.  Ayetinde, Fatır suresinin 44. ayetinde, Muhammed Suresinin 10., Ayetinde  insanlara: yeryüzünü dolaşarak muhtelif konuları öğrenmeleri emredilmişttir. Örnek olarak Ankebut suresinin 20. Ayetini aynen aktarıyorum:                                    
● De ki: "Yeryüzünde dolaşın da Allah'ın başlangıçta yaratmayı nasıl yaptığına bakın. Sonra Allah ahiret alemini de yaratacaktır. Şüphesiz Allah'ın gücü her şeye hakkıyla yeter” Buyurmuştur.                                  
Ola ki birileri çıkar da,  Aristo milattan önce yaşamıştır. Kur’an ayetleri Milattan sonraki 7. Yüzyılın başında inmeye başlamıştır. Aristonun, yaşadığı dönemde Kuran var mıydı ki Aristo da saydığın ayetlere uymuş olsun ?  Derlerse onlara vereceğim cevap: Kur’anı tilavet etmekle yetinmeyip, analitik düşünerek  okumaları halinde, Nahl suresinin  36. Ayetine: “Ey Muhammed! Andolsun, senden önceki topluluklara da peygamber gönderdik” Buyurulmuş olduğunu, görecekleri gibi, Yûnus,suresinin 47. Ayetinde, Nahl, suresinin 63. Ayetinde, Fâtır suresinin 24. Ayetinde  ve Hicr suresinin 10. Ayetinde de  peygamberler gönderilmiş olduğunun,  tekrar tekrar haber verilmiş olduğunu da görecekleridir.”                                                        
İslamiyet'ten önce Araplar da  Yunanlar gibi putperest idiler. Arapların atalarına Peygamber olarak Hz. İbrahim'in gönderilmiş olduğu  gibi, Her kavime “nice peygamberler gönderilmiş” olduğuna göre, Yunanların atalarına da mutlaka bir peygamber gönderilmiş ve Hak dinin ritüellerini  onlara da tebliğ etmiştir. Nitekim antik Yunanların  ve antik Mısırlıların atalarına da,  Hz. İdris’in gönderilmiş olduğunu  yazanlar vardır:                                                         
(Bkz. https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0dris). 
Çok sayıda puta tapan Arapların arasında,  az sayıda Hanifler’in (Hz. İbrahim'in tebliğ ettiği tek tanrıya inanmaya devam edenlerin) bulunduğu gibi, Putperest  Yunanlardan da, Hak dinin bazı ayetlerini unutmamış olanlar da vardır. Mesela: Tek Tanrıya inanılmasını   önermiş olan Eflatunun’un durumu, Araplardaki  “Hanifler”in durumuna benzemektedir. Antik Yunanlar da Araplar gibi, Allah’ın varlığını unutmamışlarsa da, birliğini unutmuşlardır. O nedenle doğada meydana gelen çeşitli olayların her birinden, bir takım taşeron Tanrıların sorumlu olduğuna inanmaya başlamışlardır.  En çok filiozofun, antik Yunan milletinden çıkması, Hak dinin insanlara düşünmelerini emreden ayetlerini unutmamış olduklarına delalet edebilir. Yunanlar Hak dinin ayetlerinden çoğunu unutmuş olsalar da, Aristo’nun yeryüzünü dolaşarak bilgi öğrenmeye ve öğretmeye “peripatetik ekol” adı altında devam retmiş olması, Hak dinin: insanlara “yeryüzünü dolaşarak çeşitli konularda bilgi öğrenme” emrini unutmamış olduklarına delalet edebilir.                                          
İnsanların  Hak dinin kaidelerinden çoğunu unutmuş olsalar bile, bazı kaidelerini unutmamış olduklarını ve halen inanmaya devam ettikleri batıl dinlerde Hak dinden kalmış kaidelerin izlerini görmek mümkündür. Bu durum Hak dinler için geçerli olduğu gibi batıl dinler için de geçerlidir. Mesela Türklerin şamanizmi terk edip İslamiyeti kabul etmelerinin üzerinden bin küsur yıl geçmiş olmasına rağmen, daha hâlâ,  üstelik besmele de çekerek çalılara çaput bağlayanlarımız vardır. Hıristiyanların her yılın 31 Ekim günü kutladıkları  Haloween (cadılar bayramı) nın kökeni Hıristiyanlıktan önceki pagan dinlerinden kalma bir ritüeldir.                                                                                       
Daha önce de yazdığım gibi: İnsanlar hangi millete ve hangi dine mensup olurlarsa olsunlar,  İsterlere deist (dinsiz) ya da Ateist (tanrı tanımaz) olsunlar, Bilimsel araştırma yapmaya kalkıştıkları anda İslamın: “Yeryüzünü dolaşarak, göklerdeki ve yerdeki ayetleri yaratan Rabbinin adıyla oku” emrine riayet,  etmektedirler. Şu kadar farkla ki:  Müslümanlar yaratan Rabbinin adıyla, yani besmele çekerek işe başlarken, gayrimüslimler, yaratan Rabbin adını anmadan okumaya başlamaktadırlar.                                                                                        
 Burada bu konunun ayrıntısını başka bir makalemde yazmayı düşünüyorum. Şimdilik Mutezile trajedisiyle ilgili olarak, Kemal Işık’ın  doktora tezinden mutezilenin batışıyla ilgili pasajı da görüşünüze sunmak istiyorum:                                                                                         
“Hicri 198-232, Miladi 813-846 yılları arası Mutezile'nin altın çağı oldu. Özellikle Me'mun gibi bir halife'nin Mutezile'yi resmen mezhep  edinmesi, itizali fikirlerin esaslı bir surette müslümanlar arasında yayılmasını  sağladı". Bu devirde Ebû Huzeyl (Ölm. H. 235 /M. 849),Bişr b. Mu'temir (ölm. H. 210 / M. 825), Nazzam (Ölm. H. 231/M. 849), Cahız (Ölm. H. 255 /M. 868) ve Cubbai (ölm. H. 303 / M.915) gibi değerli bilginler yetişti. Bunların, özellikle Sümâme b Eşres (ölm. H. 213/M. 828), Elya Huzeyl ve Kadı Ahmed b.Ebi Du' âd (Ölm. H. 240 / M. 854) gibi meşhur Mutezile bilginlerinin  tesiri altında kalan Me'mun, ilk defa H. 212 /M. 27 yılında Kur'anın yaratılmış olduğu fikrini kabul ettiğini resmen ilan etti. Bundan bir müddet sonra, yani H. 218 /M. 833 yılında da bütün müslümanları bu fikri kabul etmeğe zorlaması ve bu konuda bazı âlimleri sorguya çekmesi,Islam tarihinde ilk defa "mihne" adı verilen acı ve ızdıraplı bir devrin başlamasına sebep oldu. Bu meseleden dolayı sorguya çekilen, çeşitli ceza ve işkencelere maruz bırakılan ilim adamlarının başında Ahmed  b. Hanbel (ölm. H. 241 /M. 855) geliyordu. Bu zat, Kur'an' ın mahluk olduğu fikrini kabul etmemesi sebebiyle türlü işkencelere maruz kalmış, hattâ bir ara parangaya dahi vuzulmuştur. Her sorgu arasında  kırbaçlanmak  suretiyle 28 ay devam eden bu durum, ancak Al Mütevekkil'in  hilafeti ile son bulmuştur.                                                   
Me'mun'dan sonra halife olan Mu'tasım (H. 218-227 /M. 833—841) da selefinin yolunda yürüdü.  Esasen Me'mun kendisine daha önce,Kur'an'ın mahlük olduğu fikrini müslümanlar arasında yaymağa devam  etmesini ve her işinde, özellikle bu konuda Ahmed b. Ebî Du'âd'a geniş ölçüde itimat etmesini vasiyet etmişti. Böylece Mu'tasım, kardeşinin vasiyetine de uyarak devletin en yüksek kademelerine Mutezile'ye mensup kimseleri getirdi; devletin idaresinde onların görüş vefikirlerine ön planda yer verdi. Ahmed b. Ebi Du'ad' ı Kad-ı. Kudât makamına  getirmesi ve onun bilgisi dışında hiçbir işi yapmaması bu zatın devlet içinde büyük bir nüfuz ve kudret sağlamasına sebepoldu. Gerkeçten Ahmed b. Ebu Du'ad'ın Mu'tasım üzerindeki nüfuzu, Me'mun'la kıyaslanamıyacak kadar büyüktü. Böylece, Me'mun'un devrinde başlayan ve özellikle bu zatın büyük bir rol oynadığı "mihne"devrine bütün şiddetiyle devam edildi. 
Halife Vâsık'ın devri (H.227-232 / M.41-846) başladığı zaman, Mutezile'nin kuvvet ve kudreti zirvesine ulaşmıştı. Vasık'ın da selefleri gibi Mutezile'nin tesiri altında kalması, bütün gücüyle itizali fikirleri desteklemesi ve bilhassa Ahmed b. Ebi Du'ad' ın teşvikiyle selefleri.ni aratacak şekilde "mihne" yi meydana getiren olaylara devam etmesi,  müslümanlar arasındaki huzursuzluğun artmasına ve kendisine karşı duyulan nefretin ziyadeleşmesine, hattâ halk tarafından kendisinin tekfir edilmesine bile sebep oldu.  Bu yüzden devlete, özellikle  Halifeye karşı bazı kıyam hareketleri vuku bulmuş ise de, bunlar zamanında meydana çıkarılarak, daha çok büyümeğe fırsat verilmeden bastırıldı ve müsebbibleri de en şiddetli cezalara çarptırıldı. 
Vâsık'ın Hicri 232, Miladi 846 yılında vefat etmesi ve yerine Mütevekkil'in geçmesi (H.232-247 / M. 846-861) ile Mutezile'nin parlak devri sona ermiş ve böylece de onun çöküş devresi başlamış oldu. Esasen, Mutezile'nin bu devirde Halifeler üzerinde  kurmağa muvaffak olduğu baskının bir sonucu olarak, itizâli fikirlerin kabul edilmesi için geniş halk kitlelerinin zorlanması,  devletin resmi organları vasıtasiyle  halkın buna mecbur kılınması ve bilhassa bu yolda  bazı Islam bilginlerine karşı çeşitli ceza ve işkencelerin uygulanması, müslümanların itizali prensiplerin karşısında durmasına ve bu düşünce sahiplerinden uzaklaşmasmına sebep olmuştu. Özellikle Hicri 300, Miladi 912 yılına doğru Ebû'l Hasan al-Eş'ari (ölm. H. 330 / M. 441) gibi değerli bir ilim adamının  itizalden vazgeçip Sünni bir sistem olan E ş'ari ekolünü kurması, Mutezile için gerçekten ağır bir darbe oldu. İşte Mutezile böylece doğup gelişti; daha sonra da uğradığı çeşitli baskı ve hücumlara dayanamayıp, bir sistem olarak tarihe karıştı.                                                                                               
Mutezile'nin yıkılışının gerçek sebeplerini öğrenmek istersek, bunları başka değil, fakat yine bu sistemin içinde aramamız lazımdır. Düşünce özgürlüğünün savunucusu olarak ortaya çıkan bu fırka mensupları, daha sonra bunu kendileri gibi düşünmeyenler ve onların izinde yürümeyenler için çok gördüler. Me'mun gibi, bazı halifelerin himâyesinde mezheplerini müslümanlara zorla kabul ettirme çabasına düştüler. Kendilerine karşı gelmek cesaretini gösterenler için en şiddetli ceza ve işişkenceler uygulandı. İslam tarihinde ilk defa "mihne" denilen acı veızdırablı bir devir ortaya çıkmış oldu. Müslümanlar, bunun bir sonucu olarak iki zıd kutba ayrıldı : Bunlardan biri aklı ön plânda tutarak, dini  hükümleri buna göre te'vil ve tefsir etmeye çalışırken, diğeri de, naklin her şey olduğunu ve Kur'an'ın ezeliyetini bütün gücüyle savunuyordu.  Bu durumun, İslâmiyetin varlığı için ciddi bir tehlike arzettiği bir sırada, Mutezile'nin düşmanı olarak bilinen Mütevekil'in hilâfet makamına gelmesiyle ikinci gurubu teşkil eden Sünni sistem büyük bir hâmi bulmuş ve birinci gurubun mümessili sayılan Mutezile'nin de kara günleri başlamış oldu.  Böylece, onların bir zamanlar Sünniliğe karşı kullanmış oldukları baskı ve işkence siyaseti, şimdi de muhalifleri tarafından kendilerine karşı kullanılmağa başladı. Başka bir deyimle Mutezile artık ektiğini biçmeğe başlamıştı."
Kendisine karşı girişilen bu misilleme hareketlerine uzun müddet dayanamayan Mutezile, en sonunda, prensiplerini savunurken uyguladığı  metodun kurbanı olarak tarihe intikal etti. Fakat bu sistemin İslam düşüncesine kazandırmış olduğu gerçekler, günümüze kadar devam edegelmiş ve bunlar İslam düşünürlerinin en kıymetli hazineleri olmuştur.                                                                                   
Kemal Işık, 89 sayfalık tezinin  son  paragrafında şunları yazmıştır: 
“Sözün özü, Mutezile, bazı kollarının taşkın bazı iddiaları bir tarafa bırakılırsa,  aklın ve ilmin gelişmesine yardım eden önemli bir düşünce sistemi kurmağa muvaffak olan ilk okul olarak İslam tarihindeki yerini almıştır”                                                                                                       
.
● İslam Âleminin Ortadoğu Sahnesinde Oynanan Trajedinin Seyircileri de Vardı:                                                                                                        

Değerli okurlarım,                                                                                        
Kemal ışık’ın “Düşünce özgürlüğünün savunucusu olarak ortaya çıkan bu fırka mensupları, daha sonra bunu kendileri gibi düşünmeyenler ve onların izinde yürümeyenler için çok gördüler” demiş olması ve bu cümleyi de  “halk-ul Kur’an” bahsinden sonra kurmuş olması son derece ilginçtir.  Arapların cahil kalabalığının, Kur’an’ın  ezeli mi, yoksa mahluk mu olduğunu tartışmalarını, ya da, camilerde oturup büyük günah işleyenlerin ahirette nereye gideceklerinin dedikodusunu yapmalarını, Kemal Işık’ın, düşünce özgürlüğü bağlamında gördüğünü  anlıyorum.    Bununla beraber, Kur’an ayetlerinin emrine uyup, analitik düşünmek suretiyle, yeryüzünü dolaşarak,  göklerdeki ve yerdeki ayertleri de okuyup keşfettikleri bilgilerle,  İslam âleminin bilimlerde “altın çağını” yaşamasına sebep olan Müslüman âlimlerin, Arapların cahil kalabalığı tarafından dışlanmış, batıl saydıkları Mutezile mezhebine konularak, meşşaiyyun âlimleri sıfatıyla aşağılanmış olduklarını ve Halife Ca’fer el-Mütevekkil tarafından, Beyt el - hikmeden kovulmuş olmalarını,  düşünce özgürlüğü bağlamında görmemiş olduğu da anlıyorum.    İşte: İislam âleminde 1000 yıldır oynanan trajedinin konusu da budur.                                                        
Yazılarımda yeri geldikçe, “Arapların “ehlisünnet v’el cemaat Müslüman” çoğunluğu deyimini kullanmayıp, onun yerine  alışık olmadığınızı tahmin ettiğim, “Arapların cahil kalabalığı” deyimini kullanmamın sebebini de açıklamam gerekiyor: 
Arapların “ehl-i sünnet v’el cemaat Müslüman” olan çoğunluğunun içinde, kendilerinin ehli sünnet olduklarına samimiyetle inanmış ve hemen  herkesi de inandırmış oldukları halde,  kesinlikle ehlisünnet olmayan, kalabalık bir grubun varlığını fark etmiş bulunuyorum. Kemal Işık’ın  tezinde bahsettiği Abdullh b. Sebe’nin tesis etmiş olduğu Sebeiyye fırkası gibi açıktan açığa İslam düşmanlığı yapmasalar da, kendilerinin ehl-isünnet Müslüman olduklarına samimiyertle inanmış ve hemen herkesi de inandırmış olmakla beraber, Şair Eşref’in :

“Seni tekfir eder mutlak desen dünya yuvarlaktır                                       
Döner Dünya  o dönmez çünkü sabittir inadında                                        
Sorsalar hacei dânâ Sekanik nerdedir bilmez                                              
Bilir amma ki kaç tüy varsa Cibrilin kanadında”                                          

Diyerek;  Celal Yalınız’ın da (Sakallı Celal),  “Bu kadar cehalet ancak tahsil ile mümkündür” Diyerek,  tarif etmiş olduğu bir zümrenin varlığından bahsediyorum. Arapların ya da Müslümanların cahil kalabalığı  demekle  işte o zümreden ve o zümrenin zihniyetinden bahsediyorum. İslam'ın dokusuna kanser hücreleri gibi metastaz yapmış (yayılmış) olan bu mülevves zihniyet,  bir zamanlar Hıristiyan âlemine de yayılmış idi.                                                                              
Kudüs'ü, Müslümanların işgalinden kurtarmak maksadıyla düzenlenen Birinci Haçlı seferlerinin  sonunda,  maksatlarına ulaşan Hıristiyanlar,  Kudüs’ü başkent edinerek, Kenan illerinde kurdukları Hıristiyan Latin Krallığı (1099 – 1187) sayesinde İslam âleminin Ortadoğu sahnesinde oynanan trajediyi en ön sıradaki koltuklardan, 88 yıl seyretmek suretiyle, İslam âleminin  bilimlerde “Altın çağını yaşamasına, yeryüzünü dolaşarak, göklerdeki ve yerdeki objeleri, sistemleri ve fenomenleri okuyan Müslüman  âlimlerin sebep olduklarını görüp derslerini almış oldukları gibi, İmam Eş'ari ve imam Gazali gibi sapık düşünceli kimselerin, sözde Müslümanlık faaliyetleriyle,  Müslümanların bilimlerde gerilemesine vesile olduklarına dair derslerini de almışlardır. O tarihten sonra Hıristiyanlar  İmam Gazalinin Hıristiyan alemindeki temsilcisi olan Kiliseye karşı açtıkları savaşı 400 yıl sonra kazanarak Rönesans ve Reform hareketlerini başlatmışlardır. O tarihten sonra da Hıristiyanlar Müslüman alimlerden öğrendikleri ve bir kültür olarak kabul ettikleri göklerdeki ve yerdeki objeleri, sistemleri ve fenomenleri okuyarak bilimlerde ilerlemeye başlamışlardır ve halen de ilerlemeye devam etmektedirler. Bununla beraber,  Müslümanların bilimlerde gerilemesine sebep olan İmam Eş’airinin ve daha çok da, İmam Gazalinin sapık düşüncelerini öven kitaplar yazıp Müslümanların okumalarını temin ederek Müslümanları uyutma siyasetini başarıyla sürdürmektedirler.                                           
İşin ironik tarafı da, Müslümanların kimi aydın kesiminin de, İmam Gazali Hazretlerini batılılar bile övüyor diyerek Hıristiyanların kurduğu bu tuzağa düşüyor olmalarıdır.                                                                     
Makalemin devamında, Hıristiyanların kurduğu tuzağın nasıl işlediğini açıklayacağım.                                                                                            
Saygılar.




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —