BİR KUSURUM VARSA BİLENLER SÖYLESİN DE ÖĞRENEYİM (4. Bölüm)

BİR KUSURUM VARSA BİLENLER SÖYLESİN DE ÖĞRENEYİM (4. Bölüm)

Önceki makalemde (3. Bölümde) Müslümanların bilimlerde geri kalmalarına sebep olan   İmam Eş’ari'nin ve daha çok da, İmam Gazali'nin,  İslam'dan sapık düşüncelerini öven kitaplar yazarak Müslümanların okumalarını temin eden Hıristiyanların, "Gazali Hazretlerini  Batılılar bile övüyor" şeklinde tanımladığım bir tuzağa düşürerek, uyutma siyasetine devam ettiklerini ve işin ironik tarafının da,  Müslümanların, aydın kesiminden bazılarının bile, bu tuzağa düşüyor olmalarıdır. Dedikten sonra, Makalemin devamında, Hıristiyanların kurduğu tuzağın, nasıl işlediğini açıklayacağımı da yazmıştım.                                                                                            
Bu konuda yazacağım o kadar çok şey var ki, birini yazsam diğeri eksik kalıyor, tamamını yazsam  makalenin hacmi büyüyor; daha da kötüsü, yazmakla bitmek bilmiyor.  O nedenle bundan sonra diyeceklerimi çok daha kısa tefrikalarla  ve daha  kısa fasılalarla yazmaya karar verdim.                                                                 
Bundan sonraki yazılarımda Hıristiyanların Müslümanlara kurduğu tuzağın işleyiş mekanizmasını örnekleriyle açıklarken, ilerleyen Bölümlerde, Türk- İslam Bilim Tarihine de kısaca bir göz atarak söz konusu tuzağın kurulabilmesine sebep olan faktörleri de görüşlerinize sunmaya çalışacağım.                                                                     
İmam Gazalinin,  “Vefatının 900. Yılı münasebetiyle,  İstanbul Bağlarbaşı kültür merkezi salonlarında, 07- 09 Ekim 2011 tarihleri arasında,  “Milletler Arası Tartışmalı bir İlmi Toplantı” adı altında, bir sempozyum düzenlenmişti. Bu sempozyumda yapılan, açılış konuşmaları da dahil, sunulan tebliğlerin tam metinleri, bir kitap halinde  yayınlanmıştır. O tebliğlerin bazılarında, batılıların kurduğu tuzağa düşmüş olanların  bulunduğunu da üzülerek görmüş bulunuyorum. Bu günkü makalemde, o  sempozyumun açılış merasiminde konuşan, o zamanki Diyanet İşleri Başkanı Prof . Dr. Mehmet Görmez’in konuşmasından bazı pasajları görüşlerinize sunmak istiyorum: 

 “Bizlere ilim talebesi olma lütfunu bahşeden Yüce Allah’a sonsuz hamd-ü senâ ediyorum. İlmi  mü’minlere miras bırakan başta Resûl-i Ekrem (s.a.v.) olmak üzere bütün peygamberlere salât ve selâm olsun. Saygı değer Rektörümüz, Dekanlarımız, Belediye Başkanlarımız, Muhterem Hocalarım ve Sevgili Öğrenciler! Sözlerime başlarken hepinizi sevgiyle, saygıyla, hürmet ve muhabbetle selâmlıyorum. Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi, feyzi, fazîleti, âfiyeti, âtıfeti üzerinize olsun. Sözlerimin başında ilimle iştigal eden herkeste emeği olan Ebû Hâmid el Gazzâlî’yi vefâtının 900. yılında bir kez daha rahmet ve şükranla yâd ediyorum. İstikbalimizde Gazzâlîler görmeyi, Gazzâlîler yetiştirmeyi hepimize nasip ve müyesser kılmasını,  Cenâb-ı Hak’tan niyâz ediyorum. Her medeniyetin simgesi hâline gelmiş düşünürler vardır. Grek medeniyetini Aristo’nun, modern Batı medeniyetini Descartes veya Kant’ın temsîl ettiği nasıl söylenir ve öyle ifade edilirse, İslâm medeniyetini de temsîl eden âlimlerin başında İmâm Gazzâlî’nin geldiği rahatlıkla ifade edilebilir.  Bir müsteşrikin medhu senâsına ihtiyaç yok ama, Montgomery Watt’ın, İmâm Gazzâlî ile ilgili kullandığı şöyle bir ifade vardır: O, Gazzâlî için: “Hem Müslümanlar, hem de Avrupalı bilim adamları tarafından Hz. Muhammed’den (s.a.v.) sonra en büyük Müslüman” tâbirini kullanır…”                                      
Değerli okurlarım, kurulan tuzak da budur…                                         
O zamanki Diyanet İşleri Başkanımızın bile, Montgomery Watt’ın,  İmam Gazaliyi öven laflarından bahsetmek suretiyle “İmam Gazali hazretlerini batılılar bile övüyor” şeklinde tarif ettiğim tuzağına düşmüş olduğunu görmüş olmalısınız… 

 Sayın Görmez’in,  konuşmasına başlarken: “Bizlere ilim talebesi olma lütfunu bahşeden Yüce Allah’a sonsuz hamd-ü senâ ediyorum” Şeklindeki cümlesine katılmamam mümkün değildir.  Çünkü yıllardan beri,  Allah’ın Kur’an’da, İnsanlara ilim öğrenmelerini emretmekle kalmamış, Kur’an’daki bir takım ayetlerle, bilim öğrenmenin yolunu da göstermiş olduğunu yazageldim. Bu vesileyle söz konusu ayetlerin Diyanet İşleri Başkanlığındaki din görevlileri  tarafından yazılmış olan ayetlerin, mealen tercümelerinden. tevil laflarını silerek, mümkün olduğu kadar,  tevilsiz-tefsirsiz tercümelerinin okunması halinde, Sayın Görmez’in: “Bizlere ilim talebesi olma lütfunu bahşeden Yüce Allah’a sonsuz hamd-ü senâ ediyorum” Şeklindeki sözlerini teyit etmek istiyorum.                                                                                         
Allah Kur’an’daki  Casiye suresinin 3. Ayetinde:    

                                                              
●”Şüphesiz göklerde ve yerde inananlar için ayetler vardır" 
Buyurmuştur.

 Casiye suresinin 13. Ayetinde de;                                                           

● "Göklerdeki ve yerdeki her şeyi kendi katından hizmetinize verendir. Elbet de bunda düşünen bir toplum için ayetler vardır; Buyurmuş ve: 

Yunus suresinin 101. Ayetinde de:           

● “De ki «Göklerde ve yerde olanlara bir bakın!». Ancak o apaçık ayetler ve uyarılar iman etmeyecek bir halka yarar sağlamaz” Buyurmuştur.                                                                               

Bu noktada,  Ali İmran Suresinin 7. Ayetini ve Ta-Ha Suresinin 114. Ayetini de okuyarak söylediklerini aklımızda tutmamız gerekiyor. Önce Al-i İmran Suresinin 7. Ayetini okuyalım:                                                       
● “O, sana Kitab'ı indirendir. Onun (Kuranın) bazı ayetleri muhkemdir, onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir. Kalplerinde bir eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için müteşabih ayetlerinin ardına düşerler. Oysa onun gerçek manasını ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar, "Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır" derler. Ancak bunu akıl sahipleri düşünüp anlar”.   

                                                                                                                                                                                                
Görüldüğü gibi, Allah insanlara Kur’an’daki ayetlerin hepsine inanmalarını emretmiş; Fakat, müteşabih ayetlerin ardına düşerek, olmadık yorumlarını yapmak suretiyle, fitne çıkarmalarına izin vermemiştir. Buna karşılık, Allah göklerdeki ve yerdeki ayetleri kendi katından hizmetimize vermiş ve onlarla ilgilenmemizi de ikaz etmiş olduğunu da  okuduğumuza göre, göklerdeki ve yerdeki ayetlerden bahseden Kur'an ayetlerinin tamamının muhkem ayet olduğunu da anlamış oluyoruz.Müteşabih ayetleri İlahiyatçılar: “Teşabüh mastarından türeyen müteşabih kelimesi, benzeşen, ayırt edilmesi zor olacak şekilde birbirine benzeyen” demektir. Terim olarak mâna yönünden birden fazla ihtimal taşıdığından anlaşılmasında güçlük bulunan lafız veya sözü ifade eder. Müteşâbih âyette yer alan bir lafız konumuna göre başka âyetlerde farklı mânalara gelebilir, ancak her birinin kastedilebilir olması açısından anlamlar birbirine benzer, bundan dolayı hangi mânanın kastedildiği açıkça bilinemez." Şeklinde tarif etmişlerdir (Bkz. Yusuf Şevki Yavuz TDVİA Müteşabih Maddesi)                   İlahiyatçılar, müteşabih kelimesinin en güzel şekilde Zümmer suresinin 23. Ayetinde:  "Allah, sözün en güzelini; âyetleri, (güzellikte) birbirine  benzeyen ve (hükümleri, öğütleri, kıssaları) tekrarlanan bir kitap olarak indirmiştir." Şeklinde ifade edilmiş olduğunu söylemişlerdir.  Fakat İlahiyatçıların  Zümmer Suresinin 23. ayetine parantez içinde de olsa kelimeler eklemek suretiyle manasını tevil etmiş olduklarına da dikkatinizi çekerim.

Hal bu ki, Zümmer suresinin 23. ayeti, tevil edilmeden: “Allah, sözün en güzelini; ayetleri çift çift, bir birine benzer olarak bir kitap halinde indirdi” şeklindeki düzgün tercümesinin,  Ankebut Suresinin 20. Ayetiyle ilişkilendirilmesi halinde,  ayırt edilmesi zor olacak şekilde birbiriyle benzeşen  müteşabih  ayet çiftinden birinin  yaşadığımız dünyadaki muhkem ayet, diğerinin dünyadakine müteşabih olarak yaratılacak olan, öte dünyadaki ayetin  kastedilmiş olduğunu anlamak mümkün olur.  Bunu anlayabilmek için Ankebut suresinin 20. ayetini okuyalım:“De ki: «Yeryüzünde dolaşın da Allah'ın başlangıçta yaratmayı nasıl yaptığına bakın». Sonra Allah, âhireti yaratmayı da yapacaktır. Şüphesiz Allah'ın gücü her şeye hakkıyla yeter." 

Görüldüğü gibi, Allah insanlara başlangıçta yaratmayı nasıl yaptığını görmeleri için, yer yüzünü dolaşıp yaratılmış olan muhkem ayetleri görmelerini emretmiş, ahiret alemini de dünyadaki muhkem ayetlere müteşabih olarak yaratacağını da haber vermiştir.  

Hiç birimiz henüz  Cenneti ya da Cehennemi görmüş değiliz. Bildiğimiz her şey dünyadaki muhkem ayetlerden ibarettir.  Ateş dendiği zaman dünyadaki ateşi anlarız. Cehennem ateşi dendiği zaman da  o ateşin dünyadaki ateşe  müteşabih olarak düşünürüz. Hal bu ki Al-i İmran suresinin 7. ayetine göre  cehennemdeki ateşin nasıl bir ateş olduğunu sadece  Allah bilir..                                                            
Aynı şekilde,  dünyada yaşarken, ırmakları, bahçeleri, köşkleri ve sair güzellikleri görmemiş, bilmemiş olsaydık; Kur'an'da, Cennet bahçelerinden, altlarından ırmaklar akan köşklerden ve sair güzelliklerden bahseden ayetleri okuyunca  da  hiçbir şey anlayamazdık.  Şu anda anlıyabiliyor olmamızın sebebi  o ayetlerin  dünyadaki muhkem ayetlere müteşabih olduklarımnı düşündüğümüz içindir. Fakat Cennetteki ırmakların Köşklerin ve sair güzelliklerin de aslını , sadece Allah bilir.                                     
Buna göre, Zümmer suresinin 23. Ayetinde: “Allah, sözün en güzelini; ayetleri çift çift, bir birine benzer olarak bir kitap halinde indirdi” şeklindeki  anlatımıyla ,  dünyadaki  her bir muhkem ayetin öte dünyadaki benzeriyle (müteşabih olanıyla) bir çift teşkil ettiğini haber vermiştir.  Kuranda  bulunan ve bu dünya ile ilgili olan her muhkem ayetin,  yaratılacak olan ahiret aleminde  müteşabih olarak eşinin bulunacağı  haber verilmiştir.                                  
İlahiyatçıların, Allah'ın vasıfları ve “huruf-u mukattaa”nın müteşabih ayetler olduğuna dair görüşlerine katıldığımı; fakat, Zümmer suresinin 23. Ayetine parantez içinde ekledikleri kelimelerle, ayetin manasını tevil etmek suretiyle yaptıkları müteşabih ayet tarifine katılmadığımı, da bu vesileyle söylemiş oluyorum.                                               
Şimdi; bir de de, Ta-Ha suresinin 114. ayetini okuyalım: 

● “Gerçek hükümdar olan Allah yücedir. Sana vahyedilmesi tamamlanmadan önce,  Kur'an'ı okumakta acele etme. «Rabbim! İlmimi arttır» de.”                                                                                 
Bu gün için konuşursak,  Kur'an ayetlerinin vahyi tamam olandan sonra 1400 küsur yıl geçmiştir. O halde Kuranın tamamını okumaya  mezun olduğumuzu söyleyebilir miyiz?  Hayır . Söyleyemeyiz. Çünkü: Ta-Ha suresinin 114. ayeti aynı zamanda, insanlara ilimlerini artırmalarını da emretmiştir.  Allah insanlara ilimlerini artırmalarını emretmekle de kalmamış onlara ilim öğrenmelerinin yolunu da göstermiştir. Nitekim Kuranda,  göklwerde ve yerde ayetlerin  bulunuğunu haber vermiş olan Allah  Bakara suresinin 117. Ayetinde, Al-i İmran suresinin 47. ve 59. Ayetlerinde,  Nahl suresinin 40. Ayetinde, Enam Süresinin 73. Ayetinde Yasin suresinin 82. Ayetinde ve  Mü'min Sûresinin 68. Ayetinde:
● “Kün fe yekün” diyerek kâinatı, yani “Göklerdeki ve yerdeki ayetleri” yoktan yarattığını da  Haber vermiş ve:
Alak Suresinin 1. Ayetinde de:
● “Yaratan Rabbinin adıyla oku” Buyurmuştur.
Şu halde Allah'ın insanlara vermiş olduğu ilk görev: Yer yüzünü dolaşırken akıllarını kullanarak göklereki ve yedki yatlei okuyarak bilim öğrenmektir.                                                                 

Değerli okurlarım,
Yukarıdan beri sıraladığım ayetlerin tercümelerini yazarken tevil veya tefsir gibi yöntemlerin hiçbirine tevessül etmediğime  dikkatinizi çekmek istiyorum:    O bakımdan yukarıdan beri yazdığım ayetlerin tamamından, Allah’ın insanlara “Göklerdeki ve yerdeki ayetleri, yaratan Rabbinin adıyla oku” emrini vermiş olduğunu apaçık görmüş olmalısınız.    Göklerdeki ve yerdeki ayetleri yaratan, Allah o ayetlerde saklı olan bilgilerin de sahibidir. Nitekim  Kur’an’daki Bakara suresinin 216. Ayetinde, Al-i İmran suresinin 66. Ayetinde, Nahl suresinin 74. Ayetinde ve Nur Suresinin 19. Ayetinde Muhtelif konulardan bahis açıldıktan,  sonra:

● “Allah bilir Siz bilmezsiniz” buyurulmuştur.                                 
Bizler de, bilmediklerimizi, göklerdeki ve yerdeki ayetleri yaratan Rabbimizin adıyla okuyup öğrenmeye çalışan öğrencileriz.           
Ayrıca Allah, Maide suresinin 3. Ayetinde: 

Bugün dininizi kemale erdirdim. Nimetimi tamamladım. Din olarak İslamı beğenmenize razı oldum” buyurmuş,                                      
Hicr Suresinin 9. Ayetinde:                                                    
”Şüphesiz o Zikr’i (Kur’an’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz”. Buyurmuş ve:                                                    
Enam Suresinin 115. Ayetinde de:                                                         
 ● “Rabbinin kelimesi (Kur'an) doğruluk ve adalet bakımından tamdır. Onun kelimelerini değiştirebilecek yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir" Buyurmuştur.                                                      
Bu ayetlerin hükümleriyle, İnsanlara bilim öğrenmelerinin yolunu gösteren ayetlerin hükümleri de birleştirildiği takdirde  “Allah'ın kemale erdirmiş olduğu İslam'ın, ve Kitabı olan Kur’an’ın tek kelimesinin bile değişmeden duracağını ve dünyaya gelen her insan nesline, yeryüzünde dolaşarak, akıllarını da kullanmak suretiyle, “Göklerdeki ve yerdeki ayetleri, yaratan Rabbinin adıyla okumalarını emredeceğini, dünyaya gelen ve bu emre itaat eden her insan neslinin göklerdeki ve yerdeki ayetlerden henüz okunmamış olanlarını da okuyarak, önceki nesillerden, kendilerine miras kalmış olan bilgilerin üzerine, keşfettikleri yeni bilgileri de ekleyerek ilimlerini artırmak suretiyle,   Ta-Ha Suresinin 114. Ayetinin emrini yerine getirmiş oldukları gibi, Al-i İmran suresinin 7. Ayetinde sözü edilen  ilimlerde derinleşmiş olan akıl sahipleri sıfatını da kazanıp,  Kur’an’daki müteşabih ayetler için: “Ona inandık. Hepsi de Rabbimizin katındandır” diyerek, müteşabih ayetleri yorumlamaktan kaçınıp muhkem ayetleri okumaya devam edeceklerdir. Böylece Hak Dinlerin sonuncusu olan  İslam,  hiç değişmeden duracak;  ama, insanların her nesli, önceki nesillerden daha bilgili olacak ve bu süreç, kıyamete kadar devam edecektir.                                                               
Değerli okurlarım,                                                                     
Yukarıdan beri  yazdıklarımı, tek cümleyle şöyle özetleyebiliyorum: 
İslam, hiç değişmeden duran ve insanlara bilgilenmenin değişmez yolunu göstermek suretiyle,  bilgilendirmenin en mükemmel stratejisine sahip olan tek dindir.                                                  
Önceki makalelerimde de  sık sık yazdığım gibi, İnsanlar hangi millete ve hangi dine ya da mezhebe mensup olduklarına inanırlarsa inansınlar, İsterlerse deist (dinsiz) veya ateist (Tanrı tanımaz) vs   olduklarını söylesinler, hiç fark etmez. Yeryüzünde dolaşırken,  yeni bir bilgi keşfetmek üzere, bilimsel araştırma yapmaya kalkıştıkları anda,  akıllarını kullanmak suretiyle, göklerdeki ve yerdeki ayetlerden henüz okunmamış olanlarından her hangi birini okumaya ve o ayetin taşıdığı bilgiyi öğrenmeye çalışmaktadırlar.  İnsanlar için bilgi öğrenmenin göklerdeki ve yerdeki ayetleri okumaktan başka bir yolu da yoktur. Unutmayalım ki, vahiy ürünü olan Kur’an ayetlerini, Hz. Muhammed'e tebliğ eden Cebrail de, göklerdeki ve yerdeki ayetlerden biridir.
Bu noktada, sırası gelmişken,  İlahiyatçıların bilgi öğrenmenin yolu konusundaki görüşlerinden de bahsederek, Kur’an’ın önerdiği bilgi öğrenme yoluna göre, onların önerilerinin ne kadar yüzeysel bir yaklaşım olduğuna da işaret etmek istiyorum. Diyorlar ki: 

 “Genel ve yaygın kabule göre, bilgi edinme yolları üçtür: Duyular, doğru haber ve akıl. Duyuların alanına giren konularda duyular vasıtasıyla elde edilen veriler esastır. Doğrudan doğruya dini akideleri oluşturan “mesail”in tespitinde nakil birinci kaynaktır. Bu akidelere başlangıç teşkil eden “vesâil”e gelince; mahsûsat (duyular âlemi) için his, makûlât (duyu ötesi âlem) içinise akıl kullanılır” (Bkz.Topaloğlu, Bekir (1993): Kelam ilmi, s. 83. DamlaYayınları). 
Fakat İlahiyatçıların “bilgi edinme yolları diyerek saydıkları üç faktörün üçü de, göklerdeki ve yerdeki ayetlerdendir. Duyuların fizikle ilgili ayetlerden olduğunu, aklın, beyin denen ayetin fonksiyonu olduğunu, haberin  de zaten ayet olduğunu,  Kur’an ayetlerinin bir çoğunun haber mahiyetinde olduğundan biliyoruz. Bu arada şunu da söylemeliyim:                                       

Yukarıdan beri Kur’an’daki muhtelif ayetlere dayanarak anlatmaya çalıştığım bilgi öğrenmenin yolunu,  Mehmet Görmez Hocamız, Konuşmasının başında kullanmış olduğu:                                    
“Bizlere ilim talebesi olma lütfunu bahşeden Yüce Allah’a sonsuz hamd-ü senâ ediyorum”                                                          
 Şeklindeki cümlesiyle,  yalın bir şekilde ifade etmiş oluyor ki  katılmamak mümkün değildir.                                                        
Fakat, konuşmasının devamında, imam Gazali'yi öven cümleleri de kullanmış  olması, Sayın Görmez’in konuşmasına başlarken kullandığı o çok değerli cümleyi,  bilerek ve isteyerek kendisinin kurmadığını, muhtemelen,  eski Müslüman  âlimlerden kalmış ve nakil yoluyla bu günlere kadar gelmiş  olan o değerli cümleyi âdeta,  “Âdet yerini bulsun” kabilinden, nakline devam etmiş olduğunu, ortaya koymuştur. İlahiyatçıların; övmek istedikleri âlimlerin kimliğine ve kişiliğine uysa da uymasa da,  kullandıkları basma kalıp lafların muhtelif versiyonları vardır.   Sayın Görmez’in konuşmasında,  İmam Gazali için: “ilimle iştigal eden herkeste emeği olduğu”na dair ifadesi ile, "Dinî ve aklî hemen her ilim dalında çok önemli eserler vermiştir” Şeklindeki ifadesi de o tür basma kalıp övgü laflarının  versiyonlarından ibarettir. Çünkü: İmam Gazalinin akli ilimlerle iştigal eden âlimlere  emeğinin geçmiş olması mümkün değildir. Aksine İmam Gazali, akli ilimlerle (o zamanki ifadesiyle felsefeyle) meşgul olan İbni Sina’nın: “Allah her şeyin tamamını bilir.” şeklindeki ifadesinden, “Allah cüz’ileri bilmez” manasını çıkararak, O’nu ve onun gibi akli ilimlerle meşgul olan felsefecilerin hepsini,  tekfir etmiş bir kimsedir.  Üstelik  "İhyâ'u Ulmû'id-Din” adlı kitabının Bedir Yayınevi tarafından basılmış olan tercümesinin 1. Cildinin 62. Sayfasında;  Akli ilimler (tabii İlimler Fizik) için:  “Bunların bazısı gerçek din ve şeriat manasına uymayan cahilane şeylerdir. İlim değildirler ki ilmin kısımlarından sayılsınlar” demiştir. Akli ilimler için bu şekilde düşünen, konuşan ve yazan Gazalinin akli ilimlerle ilgili her hangi bir eseri de yoktur.                                  
 Değerli okurlarım,
“Milletler Arası Tartışmalı bir İlmi Toplantı” şeklinde takdim edilmiş olan o sempozyumda, her hangi bir tartışmanın yapılmamış olduğunu da tespit etmiş bulunuyorum.  Eğer o toplantı gerçekten tartışmalı bir toplantı olsaydı ve katılımcılardan biri de kalkıp, Prof. Dr. Mehmet Görmez’e:

"Bakara suresinin 85. Ayetinde: '….Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz!  Artık sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise onlar azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” Buyurulmuştur.                              
Bu durumda, İmam Gazalinin temsil ettiği İslam Medeniyetiyle iftihar ettiğinizi  söylerken, İslam ülkelerinde yaşayan ahâlinin “Dünya hayatında”,  Descartes veya Kant’ın temsil ettiği Batı medeniyetine mensup olan milletlere  muhtaç ve “rezil” olarak yaşadıklarını da görmüyor musunuz?” Demiş olsaydı, acaba ne cevap verirdi?                                                                                           
Bundan sonraki makalemde, Hıristiyanların kurduğu “Gazali Hazretlerini Batılılar bile Övüyor” şeklinde özetlediğim tuzağa düşen aydınlarımızı,  anlatmaya devam edeceğim.                    

Saygılar.