BİR KUSURUM VARSA, BİLENLER SÖYLESİN DE ÖĞRENEYİM (2.BÖLÜM)

BİR KUSURUM VARSA, BİLENLER SÖYLESİN DE ÖĞRENEYİM (2.BÖLÜM)

Değerli okurlarım,
Bugünkü makalemin başlangıcını (Birinci Bölümünü) 21 Mayısta görüşünüze sunmuştum. Bazı sebeplerden dolayı,  bu ikinci Bölümünü yazmakta bir hayli geciktiğim için özür dilerim. 
Konunun devamlığını ve bütünlüğünü sağlamak üzere, Makalemin başlangıcında yazdıklarımı birkaç cümleyle hatırlatmak ihtiyacını duydum:
Daha önce, (8 Nisanda) yayınlanan,  “Analitik Düşünmek, Din İçin de Gereklidir” başlıklı makalemdeki söylediklerimin delillerini ortaya koymak üzere yazdığım, 21 Mayıs tarihli Makalemde,  Analitik düşünemeyen insanların, 2500 yıldan beri çözememiş oldukları,  Zenon’un kaplumbağa paradoksunun, analitik düşünüldüğü takdirde, kolayca çözülebileceğini açıklamıştım.  
Bu ünlü paradoksun kolayca çözülebildiğini gösterdiğim gibi, Kırk yılı aşkın bir zamandır çözümlenemeyen ve adeta bir paradoksa dönüştürülmüş olan, kadınların baş örtüsü kullanmalarının  İslam ile alakası olmadığını da  aklı başında olan (Deli olmayan) hiç kimsenin itiraz edemeyeceği şekilde kesin olarak çözmüş ve açıklamıştım:
İlahiyatçılar, Nur suresinin 31. Ayetinin Mealen Tercümesini yazarlarken, ayetin, Arapça aslında bulunmayan (yerlerinin) kelimesini  eklemişlerdir. 
Paradoksun çözümü ise:  İlahiyatçıların eklemiş oldukları (yerlerinin) lafını yok sayıp, ayetin aslına uymaktan ibaretti.  
Nur suresinin 31. Ayetine (Yerlerinin) kelimesini ekleyen İlahiyatçılar, Enam suresinin 115. Ayetine muhalefet etmişlerdir. Okuyalım:
●“Rabbinin kelimesi (Kur'an) doğruluk ve adalet bakımından tamdır. Onun kelimelerini değiştirebilecek yoktur. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.“  Buyurmuştur.
Haydi bakalım... “Elhamdülillah Müslümanın” diyen, ama ayetlere kelimeler ekleyen ilahiyatçılar, İtiraz etsinler de görelim...  
Maide Suresinin 3. Ayetinde 3. Cümle vardır. Derler ki:
●Bugün Sizin için dininizi Kemale erdirdim.     
●Nimetimi tamamladım.
●Din olarak İslam'ı beğenmenize razı oldum. 
Allah'ın kemale erdirdiği İslam'ın Kitabı (Kur’an) da, şüphesiz mükemmel bir din kitabıdır.  Allah da Hicr suresinin 9. Ayetinde: 
●“Şüphesiz o Zikr’i (Kur’an’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz” Buyurmuştur. 
Haydi bakalım... “Elhamdülillah Müslümanın” diyen ve ayetlere kelimeler ekleyen  İlahiyatçılar, buna   İtiraz etsinler de görelim...
Her şeyi bilen Allah (Bakara /77), Hz. Ademden beri  göndermiş olduğu peygamberlerle muhtelif toplumlara tebliğ etmiş olduğu Hak dinleri  bozmak gibi çirkin bir sabıkaya sahip olan teologların,  İlahiyatçılık adı altında İslam'a da  musallat olacaklarını da bildiği için, Hucurat Suresinin 16. Ayetinde: 
“De ki: “Siz Allah’a dininizi mi öğretiyorsunuz? Oysa Allah, göklerdeki ve yerdeki her şeyi bilir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” Buyurmuş olmakla, İlahiyat denen batıl mesleği İslam'a da sokacak olanları uyarmıştır.  Buna rağmen,  Nur suresinin 31 ayetinin tercümesine  (yerlerini) lafını ekleyen İlahiyatçılar Allah'ın (haşa) eksik bırakmış olduğu lafı ayete eklemek suretiyle Allaha dinini öğretmeye kalkışmış olduklarının (belki) farkında bile değiller. Çünkü analitik düşünmüyorlar...
Haydi bakalım... “Elhamdülillah Müslümanın” diyen İlahiyatçılar, buna da  İtiraz etsinler de görelim...
Efendim,   İlahiyatçılar Kur’an ayetlerinin aslına dokunmuyorlarmış da,  Arapçadaki kelimelerin Türkçede karşılığı olmayınca  gereken kelimeleri eklemek suretiyle mealen tercüme etmek zorunda kalıyorlarmış.  Laf...
Kuran Arapçadır ama Arap edebiyatının ürün değildir. Enam suresinin 115 . ayetini az önce yazdım. Kimsenin, her hangi bir  Kur’an ayetinin kelimesini  değiştirmeye gücü yetmediği gibi, tercümesini yazarken de ayetin manasını ve maksadını değiştirecek her hangi bir kelimeyi  eklemeye de gücü yetmez. Bu cümledeki “gücü yetirmez” sözünün manasını da çok iyi anlamak lazımdır.  Nitekim parantez içinde eklenen  (yerlerinin) kelimesinin  bile kırk yılı aşkındır, milletin başına bela olduğunu kimse görmezden gelemez..
Bu vesileyle şunu da söylemeliyim: Ayette bulunan bir kelimenin karşılığı Türkçemizde yoksa, o kelime aynen tercümeye de aktarılmalı ve anlamı da dip not olarak açıklanmalıdır. Bir ayet Araplara ne söylüyorsa Türklere de omu söylemelidir. Bizim için Ayetin ne dediği önemlidir; İlahiyatçının ya da  Arapların kendi kültürlerine göre ne anladıkları bizi ilgilendirmez.  İslam Arapların dini değil, Arapların üzerinden,  insanlığın tamamı için, Allah tarafından kemale erdirilmiş olan Hak dindir.    
Nur suresinin 31. Ayetine bulunan  kelimelerden hangisinin Türkçe karşılığı yokmuş?   
İlahiyatçıların Nur suresinin 31 ayetine (yerlerinin ) kelimesini eklemelerine Türkçemizde “dalavere” derler.
Nur suresinin 31 ayeti  gayet açıktır.  Araplar, ayetin Arapçasını okuyunca kendi kültürlerine göre, ne anlıyorlarsa  anlasınlar o bizi ilgilendirmez. Bizi ilgilendiren ayetin ne dediğidir.  Ayet de, ziynetlerinin görünenden fazlasını göstermesinler diyor. Biz de Türkler olarak kendi kültürümüze göre bunu anlıyoruz. 
İlahiyatçılar ise. Analitik düşünemedikleri için Arap kültürünü taklit etmekte ve Mümin kadınlara da , Cahiliye Devrinin Arap kültürüne uymalarını (Allah'ın emriymiş gibi) dayatmaktadırlar. Mümin kadınlar da Allah'ın ayetine değil, İlahiyatçıların dalaveresine biat etmek ve ziynet (yerlerinin)  görünenden fazlasını göstermemek zorunda olduklarına inanmaktadırlar.   
Hal bu ki kız öğrencilerimizin hiç birinin başında altın tacı falan yoktu, Elmaslı pırlantalı saç tokaları ya da tarakları da yoktu. Kulaklarında şangır şungur sallanan küpeleri, boyunlarında boğazlarında göz alıcı gerdanlıkları da yoktu. Gizleyecek, göstermeyecek ziynetleri olmayınca,  başlarını örtmelerinin gereği de yoktu. İlahiyatçıların ayete ekledikleri (Yerlerinin) kelimesinin yüzünden, kız öğrencilerimizin takısı - ziyneti olmasa bile, ziynet yerlerini örterek gizlemek zorunda olduklarını sanıyorlardı. 
Efendim,    kadınların saçı dahil bütün vücudu ziynetmiş.  O sebepten tepeden tırnağa örtünmeleri gerekirmiş. Bunu söyleyen ilahiyatçılar kendi düşüncelerini söylemektedirler. Kırk iki yıldır Kuran ayetlerini analitik düşünerek okuyorum. Kur’an'da kadınların saçı dahil her tarafının ziynet olduğunu yazan bir ayete rastlamadım. Ama, “Kılda keramet olsa keçiler evliya olurdu”  diyen  Sefer ağa gibi köylülere çok rastladım. Müslümanlar şunun bunun düşüncelerine uymak zorunda değil; Kuran ayetlerinin dediğine uymak zorundadırlar.  
Apaçık görüldüğü gibi,  asıl sorun, analitik düşünemeyen insanlarımızın, adeta: “Sen Allah’ın öyle dediğine bakma; önemli olan âlimlerin icmasıdır” şeklinde ifade edilebilecek bir saplantıya çakılıp kalmış olmalarıdır.  İslam Müşavere etmeyi ve icma ile kara vermeyi  emretmiştir ama o emir din ile değil, dünya işleri ile ilgilidir (Bakara /233).  
●  İslam İlahiyatçılığa Yer Bırakmamıştır.
Geçmişte yaşanmış ve halen yaşanmakta olan ne kadar batıl din varsa, istisnasız hepsi de, Peygamberlerin  tebliğ etmiş oldukları Hak dinin, İlahiyatçılar tarafından bozulmasıyla teşekkül etmiştir. 
Az yukarıda yazdığım gibi: Maide suresinin 3. Ayetindeki üç cümleyi, Enam suresinin 115 ayetini, Hicr suresinin 9. Ayetini ve Hucurat Suresinin 16. Ayetini okuyan, aklı başındaki herkes,  Allah’ın İslam'da teologlara yani Tanrı bilimcilere, yani  İlahiyatçılara yer bırakmamış olduğunu anlar. Nitekim Allah kendi varlığını birliğini ve insanların bilmelerini murat ettiği vasıflarının hepsini başta "ayet el-kürsi"de (Bakara suresinin 255. Ayetinde) İhlas suresinin ayetlerinde ve diğer bazı surelerin ayetlerinde açık seçik bildirmiştir. Allah'ı merak edenler açar kuranı okur ya da okutur,  dinler öğrenir.                               Enbiya Suresinin 25. Ayetinde:
“Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberlere, «Şüphesiz, benden başka hiçbir ilah yoktur. Öyleyse bana ibadet edin» diye vahyetmişizdir”Buyurulmuştur. Müslümanlar da bu ayete istinaden La ilahe illallah Muhammeden Resululah” diyerek  kelime-i tevidi telaffuz etmiş olduklarına göre, "Elhamdülillah Müslümanım" diyerek aramızda dolaşan ilahiyatçıların (Tanrı bilimcilerin) daha hangi ilahı öğrenmenin peşine düşmüş olduklarını sorgulamak gerekir! Onlar İlahiyat  denilen batıl ve uyduruk (Kurgu) bilimi,  ilimlerin kraliçesi diyerek göklere çıkarırlarsa da,   o kraliçenin asıl adının teoloji (Yunanca:  Teo = Tanrı, Loji = Bilim) yani Tanrı bilim olduğunu ve İslam düşmanı gayrimüslim bir kraliçe olduğunu da duymuş olmalıdırlar Çünkü az yukarıda da hatırlattığım gibi, Hz. Ademden beri gönderilmiş olan peygamberlerin muhtelif toplumlara tebliğ etmiş oldukları hak dini bozarak batıl hale dönüştürmüş  olanların hepsi  (Din hocası olacakları yerde),  batıl bir meslek olan ilahiyatçılığı seçmiş olanlardır. 
Kuran var olduğu müddetçe. İslam'da İlahiyatçılığın yeri olmadığı gibi, lüzumu da yoktur.                                                                            
Fakat ne yazık ki:  
İslam tarihinin  ilk 250 yılının rivayetlere dayandığını ve o nedenle Prof. Dr. Ahmet Arslan gibi, İslam'a dair yazılanların pek inandırıcı olmadığını söyleyenler vardır (Bkz. https://www.youtube.com/watch?v=9iq1ZcxjCGo )
Fakat  elimizdeki yazılı belgeler ister tarihi gerçekleri anlatsın, isterse mevzu (senaryo) olsun, 7. Yüzyılın başında  (610 yılında), Cahiliye Devrini yaşamakta olan ve  parmaklarını kullanmadan,  iki kere ikinin dört ettiğini hesaplayamayan  (Bkz.  Sefer Turan (2018) Fuat Sezgin. Bilim Tarihi Sohbetleri s. 92.)  ve kız çocuklarını toprağa gömecek kadar (Enam / 143) vahşet derecesindeki ilkel bir toplumun uygarlaşmasından bahsedilmektedir.   Her ne kadar İslamiyet'i kabul eden Araplar Cahiliye Devrindeki  sapıklıklarını terk etmişlerse de uygarlaşmaya devam edebilmeleri için bilimsel bilgilerini arttırmaları gerekirdi. 
Bilim Tarihçilerinin Yazdıklarına göre İslamiyet'i  kabul ettikten sonra Araplarda okuma yazma oranı yükselmeye başlamıştır. Hz. Ali’nin “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum” demiş olmasından, Arapların okuma yazma öğrenmeye önem vermiş olduklarını anlamak mümkündür. Fakat  okuma yazmayı öğrenmiş olan Arapların ellerinde Kurandan başka kitap olmadığı için Kurandaki, kolayca anlaşılabilen ayetlerden başkalarını anlayamayacaklarını da kabul etmek gerekir... Nitekim, Kur’an'daki kolayca anlaşılabilen ayetlere inanarak ve anlayarak biat etmiş  fakat ayetlerin geri kalan kısmının künhüne vakıf olmadan sadece lafzına inanarak biat etmiş olan kimseler, günümüzde de ekseriyeti teşkil etmektedirler.  
Allah Kur'an'ı bu derece cahil bir topluma indirmekle “Körler mahallesinde ayna mı satmıştır?. Hayır... Asla ve kat’a... Görünen odur ki: Okur yazar olmayan ve son derece cahil olan insanların hafızaları, okur-yazar olanlara göre çok  daha güçlüdür ve bu gerçek, eskiden beri bilinmektedir:
Rebecca Rupp,  MÖ  6. Yüzyılda Yunanlıların da (Araplar gibi)  çok güçlü bir sözel edebiyat kültürüne sahip olduklarını ve 200 yıl sonra dünyaya gelmiş olan Sokrates'in (460 - 399), yazının icadından sonra insanların hafızasının zayıfladığından yakındığını yazmıştır [Bkz. Rebecca Rupp (2005) Dört Element]. 
Bu konuda bizzat şahit olduğum olaylar da vardır: 
 Rahmetli babamın zamanında, Alo adında Kürt bir davar çobanımız vardı. Okur-yazar değildi, sayı saymasını da  bilmiyordu. Kürtçeyi unutmuştu, Türkçesi de çok zayıftı.  Ömrünü insanlardan uzak, dağda bayırda davar güderek geçirdiğinden olmalı ki, Türkçesini geliştirememişti. Sopasının bir ucundan diğer ucuna kadar dört sıra halinde kertikler (çentikler) vardı. Her kertik bir koyunu ya da bir keçiyi temsil ediyordu (Davarda 300 baş koyun ve keçi vardı). Alo Dayı davarı yaylımdan ağıla getirdiğinde, Ağılın kapısında dururdu. Karısı  da,   davarı ağıla doğru sürerdi. Alo Dayı ağıla giren her hayvan için, sopasındaki bir kertmeyi atlamaya (saymaya)  başlardı. Hayvanların hepsi ağıla girdiği halde, sopadaki kertmeler artarsa davarın eksik olduğunu anlardı. Fakat burada önemli olan,  Alo Dayının  hayvanların eksik olduğunu anlaması değil, keçilerden ya da koyunlardan hangilerinin eksik olduğunu da söyleyebilmesiydi. 
Bu konuda şahit olduğum diğer bir olay, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik Bölümü Başkanı  Hülya Şenkon Hanımın, "Hesap makineleri cebe girdi gireli,  öğrencilerin kerrat cetvelini (Çarpım Tablosunu) unuttular” demesidir.●Kur’an İnsanları Kıyamete Kadar Bilgilendirme Stratejisine Sahiptir  
                                    Kuran bir bilim kitabı değildir; fakat insanlara, kıyamete kadar bilgilenmeyi emreden ve bilgilenmenin yolunu da gösteren mükemmel bir din Kitabıdır. Kur’an'ın böyle bir stratejiye sahip olduğunu anlayabilmek için, nüzul eden ilk ayeti yani,  Alak suresinin 1. Ayetini analiz etmemiz gerekir:
“Yaratan Rabbinin adıyla oku”
Bu ayeti analiz ettiğimiz zaman üç varlığın bulunduğunu anlarız 
1. Emri veren varlık (Rab)
2. Okunacak olan varlık (Rabbin yaratmış olduğu her şey) 
3. Okuyacak olan varlık (Rabbin yaratmış olduğu İnsan)
Analitik düşünerek, Kur’an'ı okumaya devam etmeden,  önce bu ayette geçen "yaratma" ve "okuma" fiillerini analiz etmemiz ve bu fiillerden ne anlamamız gerektiğini tespit etmemiz gerekir. 
Halkımız “Yaratmak Allaha mahsustur” şeklinde kalıplaşmış bir lafa saplanmış kalmıştır. Hal bu ki yaratmak fiilinin türlü şekilleri vardır ve Allah insanların fıtratına yaratmanın bazı şekillerini gerçekleştirme kabiliyetini de bahşetmiştir. Bu vesileyle yaratmak konusunu analiz etmekte yarar görüyorum.  
Türkçemizde “yaratmak” fiilinin iki şekilde kullanılışı vardır: 
Birincisi; var olan malzemeyi kullanarak var olmayan bir şeyi vücuda getirmektir.
İkincisi, yaramak fiilinin ettirgen şeklidir ki,  atık sayılan bir malzemeyi  atmayıp, bir işe “yaratmak” şeklinde kullanılan kelimedir. Her nedense sözlüklerde yaratmanın bu ettirgen şekline yer verilmemektedir.  
Arap dilinde de yaratma fiilinin başlıca iki şekli vardır:
Birincisi “tekvin” dir ki, her hangi bir şeyi “yoktan vücuda getirmek demektir. Yaratmanın  sadece Allaha mahsus olan şekli  de budur. .
Yaratmanın ikinci   şeklinde  ise,  var olan malzemeyi kullanarak yok olan  bir şeyi vücuda getirme fiilinin, farklı şekillerini ifade etmek üzere değişik kelimeler kullanılmıştır.  Az yukarıda da değindiğim gibi, Allah yaratmanın bu şekillerini insanların fıtratına da bahşetmiştir. 
● İbda etmek: Olmayan bir şeyi, eşsiz ve örneksiz güzellikte var etmektir. Allah tekvin ettiği  kâinatı eşsiz ve örneksiz güzellikte ibda etmiştir (Enam /101). Mimar Sinan da yok olan Selimiye Camii’ni eşsiz güzellikte ibda etmiştir ( İbda, bedi, bediiyat = Güzel sanatlar). 
● Bina etmek: Bakara Suresi’nin 22. ayetinde: “Rabbiniz ki, sizin için yeri döşek, göğü bina kılmıştır” der. İnsanlar da var olan malzemeleri kullanarak kendilerine barınacak yerleri bina etmektedirler.
● İnşa etmek:  Ankebut Suresinin 20. Ayetinde: “ Allah ahiret yurdunu da inşa edecektir”. Buyurmuştur. İnsanlar da yolları köprüleri tünelleri barajları ve barınacak evlerini inşa etmektedirler. 
● İcat etmek: Var olan malzemeyi kullanarak, olmayan bir şeyi ilk defa vücuda getirmektir. Allah önceden yaratmış olduğu kâinattaki malzemeleri kullanarak, önceden var olmayan birçok şeyi ilk defa icat ederek vücuda getirmiştir. 
● Cealna: Kılmak ya da yapmak anlamını taşıyan bu kelimenin de yaratmak anlamına gelmesi Allah tarafından kılınmış olmasından dolayıdır.
● Halk etmek: Allah, var olan balçığı kullanarak daha önce var olmayan insanı halk etmiştir. İnsanlar da var olan balçığı kullanarak daha önce var olmayan çanakları çömlekleri, halk etmişlerdir. Her ne kadar insanlar, cansız malzemelerle ilgili yaratmalar için “halk etmek” deyimini eskiden  kullanmamış olsalar da, son zamanlarda moleküler genetikçiler, var olan canlı malzemeleri kullanarak, daha önce var olmayan canlı varlıkları da halk etmeye başlamışlardır. Bunlara örnek olarak, genetiği değiştirilmiş organizmaları (GDO’lu ürünleri) göstermek mümkündür. Mesela; dünya var olduğundan beri, insülin üreten herhangi bir bakteri mevcut değilken, şimdi vardır. Çünkü moleküler genetikçiler, pankreas bezindeki β hücrelerinin DNA’sından, insülin üretmekten sorumlu olan geni alıp, E. coli denilen bakterinin DNA’sına, eklemişler ve böylece insülin üretebilen yeni bir bakteriyi halk etmişlerdir. Şeker hastaları da günümüzde bu yeni bakterinin ürettiği insülini kullanmaktadırlar.

● Okumak Ne Demektir? 
                                    Okumak her ne kadar tek kelime gibi görünse de, aslında algılamak ve yorumlayabilmek fiillerinden oluşmuştur. Okumak fiilinin gerçekleşmesi için, bir  okuyanın (sujenin = öznenin)  ve bir de okunanın  ayetin (Nesnenin = Objenin)  bulunması gerekir. Bu noktada şunu da söylemeliyim ki: Her nesnenin özneden bağımsız ve kendine olan has bir anlamı vardır.  Okuma fiilinin gerçekleşmesi için her şeyden önce, öznenin nesneyi algılaması şarttır; ama bu yetmez. Öznenin algıladığı nesneye bir anlam yükleyebilmesi de gerekir. Söz konusu anlam yükleyebilme fiiline de “yorumlayabilmek” diyoruz. Bir kimsenin (Öznenin) herhangi bir nesneyi  okumuş olması demek, o nesneyi algılamış ve yorumlayabilmiş olması demektir.
Bir Özne,  bir nesneyi,  doğru algılamış ve ona yüklediği anlam nesnenin anlamıyla uyuşmuşsa,  özne nesneyi   doğru okumuş ve doğru bilgilenmiş olur, yanlış  okumuşsa o zaman da yanlış bilgilenmiş olur.
Böylece Alak suresinin 1. Ayetinde geçen,  yaratmak ve okumak fiillerinin analizini tamamlamış oluyoruz.
Bu ayetteki oku emrini yerine getirebilmemiz için neyi okuyacağımızı sormamız gerekir. Fakat bu sorunun cevabı kendi içindedir: Yaratan Rab neyi yaratmışsa onu okuyacağımızı anlarız.  
Yaratan Rab neyi yaratmıştır? sorusunun cevabını bulmak için Kurandaki ayetleri gözden geçirirken: 
Allah'ın  “Kun fe yekun” (Ol der olur) deyip Kâinatı tekvin etmiş (Yoktan yaratmış) olduğunu haber veren, Bakara Suresi' 17. Ayetinin, Nahl Suresi 40. Ayetinin  Âl-i İmrân Suresi 6., Ayetinin, En'âm Suresi 73. Ayetinin, Meryem Suresi 35 ayetinin Yâsin Suresinin 82.ayetinin ve , Mü'min Suresi 68. Ayetinin bulunduğunu da görürüz.  Ayrıca Kur'an'da  “Kun” kelimesinin kullanılmış  olmasından sonra, aynı kökten gelen “kâinat” kelimesinin kullanılmamış; fakat onun yerine,  Talak suresinin 12 . ayetinde ve Casiye suresinin 3. Ayetinde olduğu gibi,  250 kadar ayette  kâinatın da, “göklerdeki ve yerdeki ayetler” diye  analiz edilmiş  şeklinin  kullanılmış olduğunu görürüz. 
Kur’an'da bulunan ve insanlara bilgilenmenin yolunu gösteren ayetleri araştırmaya başlamadan önce, “Göklerdeki ve yerdeki ayetler” deyiminde geçen “ayetler” kelimesini de analiz etmemiz gerekir:
İslam  bize iki türlü ayet sunmaktadır, Birincisi, okumakta olduğumuz Kur’an ayetleridir ki, kelimelerle ve yazıyla ifade edilmişlerdir. Din Hocaları bu ayetleri “kavli ayetler” (sözlü ayetler) olarak tanımlamışlardır. İkincisi, Kur’an ayetlerinin, haber verdiği,  göklerdeki  ve yerdeki ayetlerdir ki, bunlar,  kelimelerle ve yazıyla ifade edilmiş değillerdir. Din Hocaları bu ayetleri de “kevni ayetler” (kâinatla ilgili ayetler) olarak tanımlamışlardır.  
İnsanlar,  göklerdeki ve yerdeki kevni ayetleri  akıllarını kullanarak ve analitik düşünerek okuyabilmekte ve bilgi kazanabilmektedirler. Şu halde her ayet bir bilgi demektir. Bunları da söylemekle 
Göklerdeki ve yerdeki ayetleri okumak suretiyle bilgi kazandığımızı açıklamış bulunuyorum. Şimdi de İslam'ın insanları kıyamete kadar bilgilendirme stratejisini açıklamak gerekiyor:
●  Enam Suresinin 115. Ayetini,  Hicr Suresinin 9. Ayetini  yazmış ve bu suretle Kuranın Hiç değişmeden duracağını belirtmiş olduğum Kuran:                                                                                                      ● Kıyamete kadar,  dünyaya gelecek olan insan nesillerinin hepsine, göklerdeki ve yerdeki ayetleri “yaratan Rabbinin adıyla oku” emrini verecektir,
● Bu emre itaat eden her nesil, göklerdeki ve yerdeki ayetlerden okunmamış olanlarını  okudukça, bilgilerini  artıracaktır...
● Bu süreç bu şekilde devam ettikçe, her yeni nesil,  önceki nesillerden öğrendikleri bilgilere, göklerdeki ve yerdeki ayetlerden okuyarak kazandıkları yeni bilgileri de  ekleyecek ve insanlar da mütemadiyen bilgilerini artırmış olacaklardır. 
Yazdıklarım,  bazı kimselere ütopya (hayal) gibi gelebilir; ama  şu anda bilim dünyasında yaşanan da bundan ibarettir.   
İslam’ın sadece Müslümanlara değil insanların tamamına hitap eden bir din olduğunu yazmıştım.  Dünyada ne kadar araştırmacı bilim insanı varsa, hepsi,   hangi millete ve hangi dine ya da mezhebe mensup olurlarsa olsunlar. İsterlerse deist (dinsiz) ya da ateist (Tanrı tanımaz) olduklarını söylesinler, “bilimsel araştırma” yapmaya başladıkları anda,   "göklerdeki ve yerdeki ayetlerden" birini ya da bir kaçını okumaya başlamak mecburiyetinde kalırlar. Onların  okumaya çalıştıkları, ayetlere, kendi dillerine göre: nesne, obje, sistem, fenomen ve sair kelimeleri kullanmalarının  hiç bir sakıncası (mahsuru) yoktur.  Kur’an  onların hepsi için “ayet” kelimesini kullanmıştır.  Kuran  Casiye Suresinin 13 ayetinde: “Göklerdeki ve yerdeki her şeyi  kendi katından hizmetinize verendir. Elbet de, bunda düşünen bir toplum için ayetler vardır.” Buyurmuştur.  O halde  İslam, “Göklerde ve yerde ne varsa” atom altı partiküllerden galaksilere kadar,  farkında olduğumuz ya da henüz fark edememiş olduğunuz   her şeyi. insanların okumasına amade kılmış olan bir dindir. 
Şu da var ki; Göklerdeki ve yerdeki ayetleri yaratan Rabbinin adıyla (besmeleyle) okumaya başlayanlar Müslüman, besmelesiz okumaya başlayanlar da gayrimüslimlerdir.  
Kuran’ın  hiç değişmeden duracak olması, İslam'ın donmuş (statik) bir din olduğu anlamına gelmez. Göklerdeki ve yerdeki ayetleri okuyarak bilimsel bilgi birikimlerini arttıran insanların Kur’an ayetlerini anlayışları da  durmadan değişecektir.  Nitekim bunun bir spekülasyon değil, gerçek olduğunun delilleri de ortadadır.  Mesela: El - Vakıa suresinin 58. ve 59. Ayetlerinde Allah: “Söyleyin; akıttığınız meniden insanı yaratan siz misiniz, yoksa Biz mi yaratmaktayız!” Buyurmuştur.


                                       
Şekildeki görüntülerden  A ile işaretli olan,  Meninin mikroskobun icadından  önceki görüntüsü,  B ile işaretli olan da sonraki mikroskoptan sonraki görüntüsüdür. Spermlerin canlı olduğunu da söylemeliyim.

İlahiyatçıların "ağa babalarından" olan imam Gazali,  B ile işaretli olan meniyi görmüş olamaz. Onun  gördüğü meni  A ile işaretli olandır. Hal böyleyken   El Vakıa Suresinde (Haşa) bir eksiklik görmüş olmalı ki Söz konusu sureye, sözüm ona, şöyle bir ayet (!) eklemiştir: 
“Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselâmı yaratınca, belini kudretiyle mesh buyurduğu zemân, ondan iki avuç aldı. Birisini sağ tarafından, diğerini ise sol tarafından aldı. Her insanın zerresini birbirinden ayırdı. Âdem aleyhisselâm onlara bakdı ki, onların zerreler gibi olduğunu gördü. El-Vâkı’a Suresi’ndeki bir ayet-i kerîmede, meâlen, (İşte bu sağdakiler Cennet ehlinin amelini yapacaklarından, Cennetlik olanlardır. Bana bunların amellerinden bir fâide ve zarar yokdur. Bu soldakiler Cehennem ehlinin amelini yapacaklarından, Cehennemlik olanlardır. Bana bunlardan da bir fâide ve bir zarar yokdur) buyuruldu...... Bir babanın nutfesi ananın rahminde karar edip, çocuğun cismânî sûreti temâm olduğu zemân, henüz ölüdür. Melekûtî bir cevheri olduğundan, cesedin fenâlaşması men edildi. Allahü teâlâ rahimde ölü olan bu çocuğa rûh vermeyi murâd buyurduğunda, arşın hazînelerinde bir müddet gizleyip muhâfaza buyurduğu rûhu, o cesede iâde eder. Çocuk o zemân hareket etmeye başlar. Çok çocuk vardır ki, anne karnında hareket eder. Vâlidesi ba’zan işitir. Ba’zan işitmez” demiştir. 
İmam Gazali kendi zamanının bilgi birikimine göre böyle bir senaryo yazmış olabilir. Ona bir itirazım yoktur. Nitekim  Hekimlerin hâlâ adına yemin ettikleri. Hipokrat da insan beyninin sümük bezi olduğunu söylemiştir.  Fakat o insanların hastalanmasına doğa üstü güçlerin sebep olmadığını söylemiştir. İmam Gazali ise uydurduğu senaryoyu, son derece küstah bir şekilde  “El- Vakıa suresindeki ayet-i kerimelerinin meali” diyerek Müslümanları kandırmıştır. İşin ironik tarafı: Müslümanların  da bu gün olmuş, hâlâ  o budala adama, “Gazali Hazretleri” diyerek tabi olmalarıdırlar...  O meniye mikroskopla bakıp da içinde yüzen sperm hücrelerinin canlı olduğunu görünce,  İmam  Gazalinin uydurduğu senaryosuna karşı ben de bir şiir yazayım dedim:

Kuran aynı Kuran, İnsan aynı insandır 
Meni aynı meni amma ve lakin
Okuyanın biri imam Gazali
Diğeri de zamanımızdan biri 
Sorarsanız ikisi de Müslümandır.

Evet. Akıl kelimesinin etimolojisini araştırınca Arapların deveyi bağladıkları kazığa akıl demiş olduklarını okumuştum. (Bkz. https://www.google.com/search?q=develerin+ba%C4%9Fland%C4%B1%C4%9F%C4%B1+kaz%C4%B1%C4%9Fa+ak%C4%B1l+dendi%C4%9Fini+g%C3%B6rmek&rlz=1C1SQJL_trTR944TR944&)
Kuran aynı Kurandır. İnsan da aynı insandır ama,  Müslümanlar akıllarını,  insanlara bilgi öğrenmenin yolunu gösteren: Göklerdeki ve yerdeki ayetleri yaratan Rabbinin adıyla okumalarını emreden Kur’an ayetlerine bağlayacakları yerde, İmam Gazalinin çaktığı kazığa bağlanıp durdukları için,  Bakara suresinin 85. Ayetinin son cümlelerinde haber verilen akıbeti yaşamaktadırlar. Okuyalım:
“........Yoksa siz kitabın bazı kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz!. Artık sizden bunu yapanın cezası dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise onlar, azabın en şiddetlisine uğratılırlar, Çünkü Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.”
Değerli okurlarım, 
İslam cehalete pirim veren bir din olmadığı gibi herkesi göklerdeki ve yerdeki ayetleri okuyarak yeni bilgi keşfetmek mecburiyetinde de bırakmamıştır. 
Bakara suresinin 286. Ayetinde: “Yüce Allah hiç kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez ve hiç kimseyi  gücünün yetmeyeceği şeylerle sorumlu tutmaz” buyurulmuştur. 
Göklerdeki ve yerdeki ayetlerin herkes tarafından kolayca okunabilenleri olduğu gibi,  herkesin kolay kolay okuyamayacağı kadar zor olanları da vardır. Fakat insanların arasından  da o tür ayetleri okumaya ceht edenlere, Kur’an yasak koymamıştır. İslam’ın kaidelerinden biri de paylaşmaktır. Zor olan ayetleri de okumaya ceht ederek okuyan ve yeni bir bilgiyi keşfeden insanlar, keşfettikleri bilgiyi diğer insanlarla paylaştıkları anda, herkesin o bilgiden haberi olur ve herkes o bilginin imkânlarından yararlanır.  
Az yukarıda İslam'ın sadece Müslümanlara değil insanların tamamına hitap ettiğini yazmıştım. William Conrad Röntgen  (1845-1923) adındaki bir gayrimüslim  bilim adamı da her ne kadar besmele çekmemiş  olsa da,   bilimsel araştırma yaparken herkes gibi, İslam’ın bilimlerle ilgili ayetlerine riayet etmiş olan bir  kimsedir. Conrad Röntgen, göklerdeki ve yerdeki ayetlerden biri olan, fakat hiç kimsenin o güne kadar keşfetmemiş olduğu, gözle görülmeyen  bir ışını keşfetmiş ve o zamana kadar bilinmeyen o ışına da X ışını adını vermiştir. Röntgen  X ışınının özelliklerini de araştırarak, bilgi sahibi olduktan sonra,  bilgilerini diğer insanlarla paylaşmış olmakla kalmamış,   X ışınlarının sağladığı imkânları  diğer insanların da hizmetine sunmak üzere  kendi adıyla anılan Röntgen cihazını da icat etmiştir.  .  X ışını hakkında hiç bilgisi olmayan çobanımız  Alo dayı bile kolunu kırdığı zaman,  Röntgenin keşfettiği X ışınlarından istifade etmişti.  
İslam işte böyle bir dindir. Bu derece mükemmel bir dinin mensubu olanların,  ellerinde Kur’an varken,  ilahiyatçılığın lüzumu yoktur. 
Kur’an’a bağlı kalarak,  Çocuklarınıza dinimizi öğretmekle ve milletimizin dini vecibelerini yerine getirmekle  görevli olan din görevlilerinin İlahiyatçı olmadıklarını, sanırım anlatabilmişimdir. 
Bu arada hadisler hakkında da bir çift sözüm olacak: 
İslam'ın kitabı mükemmel bir kitap olan Kur’an'dır. Hz. Muhammed’e isnad edilen ya da ettirilen hadisler  beşeri kaynaklı vecizelerinden başka bir şey değildir.   Allah'ın kemale erdirmiş olduğu İslam'a Hadislerin katacağı bir şey olamaz.  onlar dinin konusu değil edebiyatın ve sosyolojinin konusudur ve bu anlamda değerlendirilmeleri gerekir.

Değerli okurlarım, gücüm yeterse, gelecek makalemde İslam âleminde 1000 yıldır oynanan Mutezile Trajedisine  ve Hıristiyan âleminin de bu trajediyi yakından izlediğine dair bildiklerimi yazmaya çalışacağım.