BİR KUSURUM VARSA,, BİLENLER SÖYLESİN DE ÖĞRENEYİM (1. BÖLÜM)

BİR KUSURUM VARSA,, BİLENLER SÖYLESİN DE ÖĞRENEYİM (1. BÖLÜM)

Paradoks, Yunanca bir kelimedir. Para = “ötesinde, karşısında, Karşıt" ve doxa = “fikir, düşünce, inanç, genel kabul görmüş kanı",   kelimelerinin birleştirilmesiyle meydana gelmiştir.  “aykırı düşünce” anlamını taşır. 
(Bkz. Türkçede Paradoks Rabia Leyla BAĞ Disiplinler Arası Dil Araştırmaları Dergisi[DADA] Haziran 2022).
Daha fazla bilgi için (Bkz.:Gülümser Durhan (2020):Bir Mantık Problemi Olarak Paradoks. Dergi Park Mantık Araştırmaları Dergisi Cilt: 1 Sayı: 2, 21 – 37).

Bir mantık problemi olarak paradoks kavramını ortaya atmış olan Yunanlı Filozof Zenon (MÖ 490? – 430?) İnsan aklının hareketi kavrayamayacağını iddia etmiş ve bu iddiasını da, uydurduğu  “kaplumbağa paradoksu” adı verilen bir önerme ile, sözüm ona, ispat etmiştir.  Tarih boyunca,  yaklaşık 2500 yıldan beri,  milyarlarca insan da bu konuda analitik düşünemedikleri için olacak, Zenon’un bu ispatını “Zenon’un kaplumbağa paradoksu” diyerek kabullenmişlerdir.  
Türkçemizde: “Bir deli bir kuyuya taş atmış, doksan akıllı çıkaramamış” diye söylenen bir atasözümüz vardır.  Zenon’un kaplumbağa paradoksu, tam da  o atasözümüze  uymaktadır  

Zenon'un  kaplumbağa paradoksunu çözemeyenlerin analitik düşünemediklerini söylerken, ne demeye çalıştığımı anlatabilmem için,  Zenon’un  söz konusu paradoksunu hatırlatmam gerekiyor:

Zamanın en hızlı koşan atletinin adı, Aşilleus’tur (Aşil).  Zenon iddiasını ispat etmek için  Aşil ile kaplumbağayı yarıştırmış ve Aşil’in kaplumbağayı hiçbir zaman geçemeyeceğini şöyle açıklamıştır:

“Diyelim ki Aşil kendine güvenerek,  kaplumbağaya, 100 m. Avans vermiş olsun. Yani Aşil’in start çizgisi, kaplumbağanın 100 metre gerisinde olsun.     Yarış  başlamıstır. "Aşil’in kaplumbağayı geçebilmesi için,  her şeyden önce,  kaplumbağa ile arasındaki mesafenin yarısını geçmesi gerekir.  Diyelim ki geçmiş olsun.  Bu defa,  kalan mesafenin yarısını geçmesi gerekir.  Diyelim ki  onu da geçmiş olsun.   Bu defa da, kalan mesafenin yarısını geçmesi gerekir.... Derken, kalan mesafenin yarısı bitmez. Bu masal böylece  uzar gider ve Aşil de Kaplumbağayı bir türlü geçemez olur". Buna da “Zenon'un kaplumbağa  paradoksu” denir. 
Ezberci Matematikçilerle ezberci Fizikçiler kendilerine öğretilen matematik bilgilerini ve fizik bilgileini kullanarak bu paradoksu söyle çözmeye çalışmışladır: 
Aşil paradoksunun matematiksel ve fiziksel çözümü

Aşil’in hızı vA olsun
Kaplumbağanın hızı vK olsun
Kaplumbağa D kadar avansla başlasın
xA Aşil’in konumu olsun
xK Kaplumbağanın konumu olsun
Etaplar:
1: xA=0, xK=D  (Aşil 0’da, kaplumbağa D’de)
2: xA=D, xK=D+D/vA*vK (Aşil D’ye gelmiş, kaplumbağa o sürede D/vA*vK kadar yol katetmiş.)
3: xA= D+D/vA*vK, xK=D+D/vA*vK+D/(vA*vK)^2
4: xA= D+D/vA*vK+D/(vA*vK)^2, xK=D+D/vA*vK+D/(vA*vK)^2+D/(vA*vK)^3

N:xA=D+D/vA*vK+D/(vA*vK)^2+…+D/(vA*vK)^(N-2), xK=D+D/vA*vK+D/(vA*vK)^2+D/(vA*vK)^3+…+ D/(vA*vK)^(N-1)

Bu böyle sonsuza kadar gider. Ama bu sonsuz toplam sonlu bir değer çıkar:
xA=D(1+vK/vA+(vK/vA)^2+…+(vK/vA)^N+…
Bunun formülü var:
xA=D/(1-(vK/vA))=DvA/(vA-vK)
Sonucun anlamı şu: D mesafesini Aşil’in ve kaplumbağanın hız farklarına bölünce elde edilen süre, Aşil’in kaplumbağayı yakalama süresini veriyor. O süreyle Aşil’in hızını çarpınca, yakaladığı konum elde ediliyor.

Klasik fizik bunu şöyle çözer: 
Aşil kaplumbağayı t anında yakalıyor olsun.
vA*t=D+vK*t
Burada t’yi çözdüğümüzde pozitif bir değer elde ediyorsak, Aşil kaplumbağayı o kadar sürede yakalıyor demektir.
t*(vA-vK)=D
t=D/(vA-vK)
Aşil’in hızı vA, kaplumbağanın hızı vK’dan büyükse, t>0 olur.
xA=vA*t=vA*D/(vA-vK): Aşil’in kaplumbağayı yakaladığı mesafe.
O sürede kaplumbağanın ulaştığı mesafe de aynı: xK=D+vK*t=D+vK*D/(vA-vK)=vA*D/(vA-vK)=xA
Yani Aşil ve kaplumbağa aynı mesafede buluşmuşlar.

Bunun olması için sonsuz süre mi lazım? Hayır. Çünkü sonsuz toplamda mesafe terimleri giderek kısalıyor ama vA ile vK sabitler. Yani o mesafelerin geçilme süresi azaldıkça azalıyor. Böylelikle toplam zaman sonlu bir süre oluyor.

Umarım, Ezberci matematikçilerin ve ezberci Fizikçilerin Zenon’un kaplumbağa paradoksunu nasıl çözdüklerini anlamışsınızdır. Fakat dünyada bu denklemleri matematikçilerden ve fizikçilerden başka kimsenin çözüp de, Aşil'in kaplumbağayı nasıl geçmiş oluğunu  ola ki anlayamamışlardır. Siz de onlardan biriyseniz;  üzülmeyin,  bize gelin. Analitik düşünerek şıp diye çözelim de anlayın ki analitik düşünmek nasıl bir şeymiş:

Zenon’un Aşil’i varsa,  bizim de Mehmetçiğimiz vardır  Kaplumbağamız da vardır. Biz de  kaplumbağa ile  Mehmetçiğimizi yarıştıralım:

Mehmetçik kaplumbağanın 100 metre gerisindedir. Mehmetçiğin komutanı analitik düşünerek, kaplumbağayı geçmek”  sözünün manasını  analiz eder: Bu sözün iki şekilde ifade edilebileceği sonucuna varır: 
1. Kaplumbağayı geride bırakmak. 
2. Kaplumbağanın ilerisindeki bir yere varmak.

Mehmetçik de kaplumbağanın ilerisindeki bir noktaya varınca,  kaplumbağayı geride bırakmış olur. Bunun için, Mehmetçiğin komutanı Mehmetçiğe, kaplumbağanın 110 metre ilerisindeki bir noktaya koşmasını emreder. Böylece, Mehmetçik ile varacağı noktanın arasında 210 metre mesafe var olur.  
Yarış başlamıştır. Zenon’un dediği gibi, Mehmetçiğin emredilen noktaya varabilmesi için 210 metrenin yarısını geçmesi gerekir. Diyelim ki geçsin. Bunu dediğimiz anda Mehmetçik kaplumbağayı 5 metre geride bırakmıştır. vesselam...
                                                                                                      
 Zenon'un Aşil’i kaplumbağayı daha hâlâ  geçmeye çabalıyorken. Bizim  Mehmetçiğimiz  nasıl etti de şıp diye geçebildi?  İşte analitik düşünmek böyle bir şeydir.
Mustafa  Kemal Paşamız  da analitik düşünerek Mehmetçiğimize İstikamet yunan hedefleri dememiş, “İstikamet Akdeniz'dir” demiş, Mehmetçiklerimiz de    Aşilleri denize dökmüştür.                                                                                   
                                                                                                    
Değerli okurlarım, bundan önceki makalemde,  analitik düşünmenin sadece  BİLİM için değil, DİN için de gerekli olduğunu yazmıştım.   Çünkü analitik düşünemeyen Müslümanlar,  İslam'daki paradoks görünümlü olayları 1400 yıldan beri yaşadıkları halde arkında bile değildirler. İslam'da olmayan bir paradoksu  Müslümanlar nasıl yaşamış olurlardı  da farkına bile varmazlardı?   İşte paradoks da buydu zaten:
Yazıma devam etmeden önce kendi ahvalimden kısaca bahsetmem gerekiyor:  En yakın komşuları kilometrelerce uzakta olan, dedemin çiftliğinde doğmuş ve emsallerimden uzak büyümüş bir çocuk olarak,  dedemden öğrendiğim dînî bilgilerimle büyüdüm.  Okullar açılınca Ağabeylerimle ablalarım, Kayserikapı mahallesindeki teyzemin evinde kiracı olarak oturmaya başlarmış. Ben kış aylarında  dedemle beraber, çiftlikte kalırdım.  Yemeğimizi "Nene" dediğimiz bir yardımcı kadın pişirirdi. 
İlkokula başlayınca, (Çifte Minarelerin arkasındaki İsmet Paşa ilkokuluna kayıt olmuştum) ben de ağabeylerimle, ablalarımla beraber, şehirde yaşamaya başladım. Böylece  mahalledeki ve okuldaki emsallerimle tanışmış oldum. Evimiz, Hamamcıoğlu Hamamıyla Kadı Burhanettin hazretlerinin lahit mezarının arasındaki bir yerdeydi.  
Kadı Burhanettin hazretleri  lahiti'nin  etrafında çok eskiden kalmış bir mezarlık vardı.  Bahar gelince o mezarlıkta madımaklar,  yemlikler biterdi. Mahallenin kadınları oraya gider, madımak toplardı. Mahallenin çocuklarıyla beraber ben de o mezarlığa gider yemlik toplar yerdim.  Sonra mahallenin bizden büyük olan çocukları bize: “Gelin la! Kadı Burhanettin Hazretlerine Fatiha okuyah da, sınıfı geçip geçmeyeceğimizi sorah” derlerdi. Giderdik fatihamızı okurduk. Sonra da lahitin ucundaki kavuklu mezar taşına, fasulye büyüklüğündeki yassı taşları bir kaç kere peş peşe sürtüp bırakırdık. Sürttüğümüz taş, mezar taşına yapışıp kalırsa Kadı Burhanettin Hazretleri bize sınıfı geçeceğimizi söylemiş olurdu. Eğer sürttüğümüz taş yapışmaz da düşerse, sınıftan düşeceğimizi anlardık (lahit taşının dibinde yanmış bitmiş mumların kalıntıları olurdu. Sürttüğümüz taşlar da, mum bulamış taşlardı)..  
Yaz aylarında çiftliğe taşınıyorduk. Böylece emsallerimden uzak kalmaya devam ediyordum. 
Beşinci sınıfı okuyacağım zaman babam  Nalbantlar başında, Gazezler sokağındaki bir evi kiralamıştı.  Yeni evimizin çok yakının da Ergin İlkokulu vardı. O nedenle İsmet Paşa İlkokulundaki kayıdım, Ergin ilkokuluna  nakledilmişti.
Yıl sonunda bitirme sınavlarına giriyorduk. Sınav sözlü yapılıyordu ve numara sırasına göre sınava giriyorduk. Benim numaram en sondaydı  (Başka okuldan naklen geldiğim için olmalı).  Sınav sıramızı beklerken, arkadaşlar koyunlarından çıkardıkları enamlarını birbirlerine gösteriyor, “Yedi kat meşine sarılı olduğu için, helaya gitsek bile günah olmazmış” diyorlardı. Sınavda başarılı olmak için koyunlarında enam bulunmasının şart olduğunu söylüyorlardı. Benim koynumda Enam yoktu. Sınavdan çıkan arkadaşlarımdan enamlarını istemiştim;  vermemişlerdi.  “Sırrı bozulur” diyorlardı. Okulun yakınındaki evliya türbesini  ziyaret etmemi, ona Fatiha okuyup, ondan yardım istememi önermişlerdi. Okulun yakınında evliya türbesi olduğunu bile bilmiyordum. Götürüp göstermişlerdi. Güdük Minarenin yakınındaki evlerin arasındaki türbenin camsız bir penceresinden içeriye baktırmışlardı. İçeride üzerine yeşil örtü bulunan bir tabut vardı. Fatiha'mızı okuyup  okula dönmüştük. Sıram gelince ben de sınava girmiş,  evliya hazretlerinin yüzü suyu hürmetine başarılı olmuştum. 
Arkadaşlarımın bildiği dinsel bilgilerin hiç birini bilmiyordum. İki de bir “Elhamdürüllah, Galubeladan berli Müslümanım” diyorlardı.
Dedem bana “Elhamdülillah Müslümanım” demeyi öğretmişti; ama, acaba yanlış mı öğretmişti? 
Akşamleyin babama Evliya Hazretlerinin türbesini ziyaret ettiğimiz için sınavda başarılı olduğumuzu söyleyince o da: “İnanma oğlum öyle şeylere! onlar hurafedir,” demişti. Hurafe  kelimesini ilk kez dumuştum.  Sorunca: “Din ile alakası olmayan şeyler” demişti. Sonra babama: “Elhamdülillah demek mi doğru yoksa Elhamdürüllah demek mi  diye sorunca, dedemin öğrettiğinin doğru olduğunu öğrenmiştim..
Ortaokuldaki arkadaşlarımdan bazıları Yaz tatilinde Kur’an Kursuna gittiklerini söylüyorlardı. Benim öyle bir şansım yoktu.    Fakat  Babamın kitap dolabında Kur’an'ın çevirisi vardı (kimin çevirisi olduğunu hatırlamıyorum). Merak edip okumaya başlamıştım; ama, Allah'ın varlığını, birliğini, her yerde bulunduğunu, her şeyi işitip gördüğünü,   Cennet bahçelerindeki, altından ırmaklar akan köşklerden ve cehennem ateşini zaten dedem de söylemişti ama onlardan başka hiç bir şeyi anlayamamıştım. 
         Lisedeki felsefe öğretmenim Necdet Korkmaz Beyden Analitik düşünmeyi öğrenince, Kuranın çevirisini bir kez daha okumak istemiştim; ama, bu sefer de yaratılışla ilgili ayetlerin birbiriyle çeliştiklerini fark etmiştim: Ayetlerin birinde insanın balçıktan yaratıldığı yazılıydı. Bunu dedem de söylemişti; ama, diğer bir ayet de, kan pıhtısından yaratıldığı yazılıydı. Öteki ayetlerden de yine,  hiç bir şey anlayamamış ve Kur’an'ın okunmaya değmez bir kitap olduğuna karar vermiştim  (Bu noktada, insanların her hangi bir konuda analitik düşünerek doğru karar verebilmeleri için, o konu hakkında yeteri kadar doğru bilgilere sahip olmasının gerektiğini de hatırlatmış olayım).. 
           1961 yılında, İstanbul Üniversitesi, Fen Fakültesinin Botanik-Zooloji Dallarında Biyolojiyi okumaya başladığım zaman  22 yaşımdaydım. Özellikle Ramazan aylarında düzenlen ve radyolarda “İftara doğru” adıyla yayımlanan programlarda bir Neyzenin üflediği Buhuri zade Mustafa Itri Efendinin segah makamındaki tekbir müziğinin yarattığı mistik bir atmosferde, ilahiyatçılardan birinin sesine yüklediği mistik bir tonlama ile “O insanı kan pıhtısından yarattı” dediğini işittikçe, canım sıkılmaya başlamıştı. “Kan pıhtısı” denilen şeyin içinde milyonlarca hücre vardı. Allah insanı kan pıhtısından yarattıysa, kan pıhtısındaki hücreleri kim yaratmıştı?
       1964 yılında son sınıftayken Doç. Dr. Metin Bara Beyin Bitki fizyolojisi konusundaki araştırmalarında yardımcı eleman olarak, geçici bir kadroya atanmış ve böylece bilfiil bilimsel araştırma yapmaya başlamıştım. Mezun olunca  1965 - 1967 yılları arasında yaptığım askerlik görevimin kıta hizmetine 1966 yılının ilk baharından (Nisan) itibaren,  Mardin'in Kızıltepe İlçesindeki 117. Seyyar Jandarma Alayının ikinci taburunda 7. Bölük Komutan vekili olarak devam ettim. Bu arada Taburun ağaçlandırma alanında binlerce sayıda kurumuş fidan bulunduğunu da gördüm. Benden 6 ay kıdemli Orman Mühendisi yedek subay bir arkadaş vardı. ona bu fidanların neden kuruduğunu sorum. O da “Bu fidanları geçen yıl ilkbaharda dikmişler. Ben buraya sonbaharda geldiğimde, hepsi kurumuştu. Ertesi baharda belki köklerinden sürgün verirler  diye umutlandık ama nafile”. Demişti.
Mayıs ayı gelmiş, Yukarı Mezopotamya’nın cehennem sıcakları başlamıştı.   Bu arada  Bulunduğum garnizona pek uzakta olmayan bir tarlada yerel kıyafetleriyle (beyaz entarili, başları kefiyeli, agelli) insanların,  sabah ve akşam saatlerinde eğilerek doğrularak bir şeyler yaptıklarını görüyordum. Aynı olayı birkaç gün izledikten sonra merakımı yenememiş, bu adamların orada ne yaptıklarını öğrenmek üzere mesaiden sonra yanlarına gitmiştim. Yaklaşınca epeyce geniş bir alanda kerpiçlerin dizili olduğunu görmüştüm. Yanlarına varıp selamlaştıktan sonra ne yaptıklarını merak ettiğimi söyleyince, bana: “bağ yetiştiriyoruz” Demişlerdi. Fakat ortalıkta kerpiçlerden başka bir şey görünmüyordu. Adamlar ellerindeki plastik bidondaki suyu bir maşrapaya boşaltıyorlar,  maşrapadaki suyu da kerpiçlerin altına döküyorlardı.  Dikkat edince kerpiçlerin arasında  asma fidelerinin bulunduğunu görmüştüm.
Adamlarla ayaküstü sohbet ederken, Süryani olduklarını, şarap yapmak için üzüm yetiştirmeye çalıştıklarını söylemişlerdi. Anlattıklarına göre, kış boyunca yağan yağmurlar toprağın derinlerine kadar işlediği için, Şubat  ayında, demir boruları çakabildikleri kadar toprağa çakıyorlarmış. Sonra boruyu çıkarıp açılan deliğe asma çubuklarını sokuyor, etrafını da pekiştiriyorlarmış. Baharda çubukların ucundaki tomurcuklardan yapraklar çıktıktan sonra, yağmurların ardı kesilince “eyyam-ı bahur” (Sıcak günler)  başlamadan önce fidelerin doğusuna, batısına ve güneyine birer kerpiç koyup, bu üç kerpicin üstüne de 4. Kerpici yerleştirip, asma fidelerini  kuzey tarafı açık olan bir odacığın içinde bırakıyorlarmış. Böylece fideleri güneşten koruyorlarmış. Her gün, akşam ve sabah fidelerin dibine  bir maşrapa su dökerek onları suluyorlarmış. Adamların anlattıklarını görüyordum. Asma fideleri odacıkların içindeydi. Onlara:  “Bir maşrapa suyun fidelerin derindeki köklerine ulaştığından emin misiniz?” Diye sorduğumda adamlar: “Onu bilemeyiz. Biz bunu böyle gördük böyle yaparız” demişlerdi. 
Antik Mezopotamya kültürü ile karşı karşıyaydım. Adamlar neden böyle yaptıklarını bilmiyorlardı;  ama, aslında yaptıkları iş bilimsel bakımdan son derece makul ve mükemmeldi: Kerpiçlerin oluşturduğu odacığın içine bir maşrapa su dökerek, odacığın içindeki toprağı ıslatmakla nemli bir mikroklima (küçük bir farklı iklim) yaratıyorlardı.  Asma fidelerinin yaprakları da işte bu nemli atmosferin  içinde kalıyor, kökleriyle de toprağın derinlerdeki nemden yararlanıyorlardı. 
Bunu görünce, Tabur komutanına gidip taburun ağaçlandırma alanına uzun boylu fidanlar dikilmiş olduğu için fidanların yaprakları sulama çanağına dökülen suyun nemlendirdiği havanın çok üstündeki kuru havanın içinde kaldığı için "Eyyam-ı bahur"da yaprakların yeşil yeşil kurumuş olduğunu söyledikten sonra, ağaçlandırma alanına en fazla  25 cm kadar, kısa boylu fidanların dikilmesi halinde, yaprakların, sulama çanağına dökülen suyun nemlendirdiği havanın içinde kalacaklarını, o nedenle kurumaya bileceklerini söyleyerek onu ikna ettim. Kısacası,  Şanlı Urfa'nın Birecik ilçesinde, Fırat Nehrinin kenarındaki Orman Fidanlığından getirttiğimiz kısa bolu fidanları, Süryanilerin uyguladıkları kerpiçli metodun yerine, (kerpiç kullanmadan) diktirdik. Fidanların sulama çanağına Akşam – sabah  1 teneke (yaklaşık 20 litre ) su dökerek, yaprakların kuruyan toprağın nemlendirdiği havanın içinde kalmasını sağlamış olduk.  Böylece "eyyam-ı bahur"u geçirmiş tek fire vermeden binlerce fidanı tutturmuş olduk.
Diyeceğim o ki: askerdeyken bile,  bitki fizyolojisi denemelerine devam etmiş oldum.

Nur suresinin 31. Ayeti.
1983 yılında  Fen fakültesinde  Dekan Yardımcısı olarak göreve başladığım zaman 18 yıl  Türkiye'de 1 yıl da  Amerika'da, Michigan Üniversitesindeki meslektaşlarımla birlikte bilimsel araştırmalar yaparak ve Üniversitenin son derece zengin Kütüphanesinden yararlanarak, biyoloji bilimlerinin tavan noktasındaki bilgilerden haberdar olabilmiş,  45 yaşımda bir doçent idim. 
O yıllarda baş örtüsü takan kız öğrencilerin Kılık Kıyafet Yönetmeliğine aykırı davrandıkları için haklarında disiplin soruşturması açılıyordu. Çocuklar da Nur suresini 31. Ayetinin emrine uydukları için baş örtüsü taktıklarını söylüyorlardı.
Bu gazetede (Sivas Postası)  daha önceki bir makalemde de yazdığım gibi: Meselenin aslını öğrenmek için sahaflara gitmiş,  Sahaf esnafından birinin tavsiyesine uyarak, Ömer Rıza Doğrul’un “TANRI BUYRUĞU Kuran-ı Kerimin Tercüme ve Tefsiri” adlı kitabı almış, Nur suresinin 31. Ayetini bu defa analitik düşünerek okumuştum. Nur Suresini Kılık kıyafet Yönetmeliği ile çeliştiği iddia edilen cümleleri şöyleydi:
“Mümin kadınlara de ki : Gözlerini namahremden sakınsınlar. Örtünecek yerlerini korusunlar. Ziynet (yerlerinin) görünen kısmından fazlasını göstermesinler. Örtülerini  omuzlarından aşağı doğru sarkıtsınlar.....” 
Ayetin bu kısmında Hz. Muhammedin mümin kadınlara diyeceği  dört cümle vardır. Bu cümleleri sırasıyla alt alta yazarak içeriklerini sizlerle paylaşmak istiyorum:
1.”Gözlerini namahremden sakınsınlar”
Mümin kadınların gözlerini namahremden sakınıp sakınmayacakları kendilerine kalmıştır. Bu emrin “Kılık kıyafet Yönetmeliği” ile alakası yoktur. 
2. “Örtünecek yerlerini korusunlar”
Öğrencilerimiz de örtünecek yerlerini örtmüşlerdi zaten. 
3. “Ziynet (yerlerinin) görünenden fazlasını  göstermesinler” Buyurulmuştu.  Öğrencilerimiz de zaten şangır şungur ziynet takınmış değillerdi. Onların takıları da olsa olsa,  başı açık emsalleri gibi minnacık bir küpeleri ve incecik bir kolyelerinden ibaret olabilirdi.   Ayetin Arapça metninde  (Yerlerinin) kelimesi de yoktu. Bu kelimeyi ayetin tercümesine Ömer Rıza Doğrul eklemişti. Bunu öğrenince sahaflar çarşına gidip kitabı aldığım dükkanın sahibine durumu anlatmıştım. Komşu  dükkânlarda bulunan  başka tercümelere beraberce bakmış,  hepsine de parantez içinde kelimeler eklemiş olduğunu görmüştük. 
4. “Örtülerini  omuzlarından aşağı doğru sarkıtsınlar.....” 
Öğrencilerimizin giysileri de omuzlarından aşağısını örtüyordu zaten. 
Demek oluyordu ki;  Kılık kıyafet yönetmeliği ile Nur Suresinin çelişen bir tarafı yoktu.  yukarıdaki   3. Cümleye göre öğrencilerimiz, Küpeleri, gerdanlıkları  olmasa bile,  ziynet takılan yerlerini de (kulaklarını ve  boyunlarını – boğazlarını)  göstermemek için baş örtüsü takmak zorunda olduklarına  inanıyorlardı. 
Binaya girmeleri yasaklandığı için, kapının önünde bekleşen öğrencilerime: Nur suresini 31. Ayetiyle Kılık kıyafet Yönetmeliğinin çelişmediğini ayete göre baş örtüsü takmak zorunda olmadıklarını açıkladığım zaman aramızda şöyle bir diyalog geçmişti: 
̶  Hocam bize böyle öğrettiler bizde buna alıştık. Başörtümüzü çıkarınca rahatsız oluyoruz. derken Bir diğeri de:
̶  Hocam siz pantolonunuzu çıkarıp dolaşabilir misiniz? Demişti. Bunun üzerine ben de:
̶  Evet. Hamama gittiğimde pantolonumu da çıkarıyorum, Soyunup peştemal kuşanarak hamamda milletin içine karışıyorum. Hayatımda hiç bir gün, takım elbisemle hamama gidip, göbek taşında oturmuşluğum olmadığı gibi,  peştemal kuşanarak kürsüye çıkıp ders anlattığım da olmamıştır. Her yerin kendine göre kıyafeti vardır. Benim annem de başörtüsü takıyor. Anlaşılan ona da çocukluğunda başını örttürmüşler o yetmiş yıldır alışmış örtüyor ama sizler gençsiniz... Yanlış öğretilmiş alışkanlıklarınızı bir yana bırakıp,  Kılık Kıyafet Yönetmeliğine uymanız gerekir. Dediğimde öğrencilerimden biri:
̶  Hocam ben ölürüm de başımı açmam. Deyince ben de ona :
̶  Kızım sen Allah'ın kulu musun, müfessirlerin kulu mu? Niçin Allah'ın ayetine riayet  etmiyorsun da müfessirin ayete kattığı lafa riayet ediyorsun?. Demiştim ama laf anlatamamıştım.

Bunun üzerine Ömer Rıza Doğrulun tercümesinde, parantez içindeki kelimeleri görmezden gelerek  Kuranı bir kez daha okumaya başlamıştım.  6. Sıradaki Enam suresinin 115. Ayetinde:
“Rabbimin kelamı hak ve adalet ile tamamlandı.   Onları değiştirmeye hiç kimsenin gücü yetmez.   İşiten bilen odur” Buyurmuş olduğunu görmüştüm, ayetteki  “kelamı” kelimesi le ilgili olarak 54 numaralı  dip notta ise:
(54): [“Rabbimizin sözü”nden murad, düşmanların akıbeti hakkındaki sözüdür]. Cümlesi yazılıydı. Hal bu ki az önce okuduğum Maide suresinin 3. Ayetinde:
“Bugün size dininizi tamamladım. Size nimetimi tamamladım. Size din olarak İslamı kabul ettim.” Buyurmuş olduğunu okumuştum. Allah, dinimizi tamamlayınca kelamını tamamlamıştır. Ömer Rıza Doğrul’un “Rabbinin kelamı”ndan (sözünden) “düşmanların akıbeti hakkındaki sözüdür” manasını çıkarmasının hiç bir dayanağı yoktur.  Çünkü Aynı surenin 16. Ayetinde Allah bize:
“Eğer yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyuyorlar ve onlar sadece yalan uyduruyorlar” Buyurmuştur. Binaen aleyh Enam suresindeki Rabbinin kelamı hak ve adalet yönünden tamamlandı. Cümlesiyle Maide suresinin 3. Ayetindeki dininizi tamamladım  ifadesi birbiriyle uyum içindedir. Binaen aleyh Enam Suresinin 115. Ayetindeki “onları değiştirmeye hiç bir  kimsenin gücü yetmez” ifadesiyle, Allah kelamı olan kurandaki kelimeleri değiştirmeye hiçbir kimsenin gücü yetmez” Buyurmuş olduğu kesindir.
Allah,  “Rabbinin kelamı hak ve adalet yönünden tamamlandı onları değiştirmeye kimsenin gücü yetmez buyuruyor. Müfessirler ise  Allah'ın kelamına (Yerlerinin) lafını da karıştırmak suretiyle ayetin manasını değiştirip, Müslümanların başını belaya sokmakla  durup dururken İslam'a bir paradoks kazandırmışlardır. Yıllardan beri çözülemeyen ve siyasi malzeme haline getirilen paradoksun sebebini de bu şekilde ortaya koymuş bulunuyorum. 
Yanlışım varsa bilenler söylesinler de öğreneyim. 
Birileri çıkıp da bana Arapların hür ve köle kadınların giyim kuşam farkından falan bahsedeceklerse,  hiç niyetlenmesinler. Kuran sadece Araplara değil,  kıyamete kadar gelecek olan,  her milletten insanların tamamına hitap eden bir dinin kitabıdır. O nedenle Müslümanlar cahiliye devri Araplarının törelerine uymakla değil, Allah'ın emirlerine uymakla mükelleftirler. Onu da şimdiden söylemiş olayım.

Devam edecek.   
 
Bundan sonraki makalemde İslam'ın İlahiyatçılığı yasaklamış olmasına rağmen, Müslümanların arasında ilahiyatçıların var olması paradoksunun  çözümünü yazacağım.