BİR HATAM VARSA BİLENLER SÖYLESİN DE ÖĞRENEYİM

BİR HATAM VARSA BİLENLER SÖYLESİN DE ÖĞRENEYİM

Analitik düşünme üzerine, Sivas Postası e-Gazetesi’nde yazdığım makalelerime, bugüne kadar itiraz mahiyetinde yorum yazan olmamıştır. Buna memnun olduğumu söylerken, okurlarımın hepsine teşekkür ederim. Ben bu tür yazılarımı daha önce kendi Facebook sayfamda da yazıyordum. O yazılarımdan birine değerli takipçi arkadaşlarımdan biri, “Analitik düşünme” deyiminde bulunan “analitik” kelimesini beğenmediğini, bu kelimenin İslam felsefesine uymadığını yazmıştı. Haklıydı. Keşke “analitik” kelimesinin yerine Türkçe bir kelime bulsaydım da onu kullansaydım. Ve keşke o arkadaşım da analitik düşünebilseydi de “İslam felsefesi” derken kullandığı “felsefe” kelimesinin, aslında Yunancadaki “filosofia”nın Türkçe telaffuzundan başka bir şey olmadığını anlamış olsaydı.
“Analiz” kelimesinin karşılığı olarak Türkçemizde “tahlil” kelimesi vardır; ama o da Arapçadır. “Analitik düşünme” deyiminin yerine “eleştirel düşünme” deyimini kullananlar da vardır. Fakat “eleştirel” kelimesinin “elemek” mastarından türetilmiş olduğu da bilinmektedir. Elemek fiili ise genellikle iyileri kötülerden ayırmayı ifade eder. O nedenle “eleştirel düşünme biçiminin” daha çok sanat eserleri alanında kullanılmasının uygun olacağı sonucuna varabiliyorum. Nitekim “eleştirmenler” daha çok sanat eserlerini ve sanatçıları eleştirmektedir.
Halbuki analitik düşünmekle ilgili makalelerimi yazmaktan maksadım, İslam âleminin uzun zamandan beri dünya hayatında gayrimüslimlere muhtaç ve Bakara Suresi’nin 85. ayetinde ifade edildiği gibi “rezil” olarak yaşıyor olmasının sebeplerini ortaya koyup tartışılmasını sağlamak; bu durumdan kurtulabilmenin çaresini de analitik düşünerek tespit edip yine tartışılmasını ve milletçe doğru bir karar verilmesine katkıda bulunmaktan başka bir şe değildir. Böylece, eskiden olduğu gibi, dünya hayatında kendimize has uygarlığımızı yaşamamızın yolunu bulabileceğimizi umuyorum. 
Uzun yıllardan beri bilimde ve teknolojide gayrimüslimlerin gerisinde kalmış olmamızın sebeplerini ve bu durumdan kurtulmamızın çarelerini araştırıp yazan belki de yüzlerce düşünürümüz olmuştur. Hepsinin neler yazdığını bütünüyle okumuş olmasam da, okuduklarımın hemen hepsinde Müslümanların bilimlerde ve teknolojide geri kalmalarına sebep olarak, “eğitim sistemimizden aklî ilimlerin (özellikle fen bilimlerinin) okutulmasının terk edilmesi” ortak görüşünü gördüm. Açıkça söylemem gerekirse, bunları okuyunca ben de uzun yıllar boyunca aynı inancı onaylayarak yaşadım.
Önceki makalelerimde yazdığım gibi, lisedeki felsefe dersinde analitik düşünme biçimini öğrendikten sonra, Osmanlı’nın son döneminden ve Cumhuriyet’in ilanından itibaren eğitim sistemimize “gayridînî” (din dışı) bilimleri koymaya başlamış olduğumuz hâlde, Müslüman ülkelerin biraz olsun önünde yer almış olsak da, bugün itibarıyla hâlâ gayrimüslimlere muhtaç ve Kur’an’ın tabiriyle “rezil” durumdan kurtulamamış olmamızın sebebini de analitik düşünerek tespit etmeyi kendime görev bildim.
Herhangi bir konudaki sorunu analitik düşünerek çözüp doğru karar verebilmek için, o konu hakkında yeteri kadar bilgi sahibi olmanın şart olduğunu da hatırlatmak istiyorum. Hatırlatmak deyince, şunu da söylemem gerekiyor: Analitik düşünebilmek için, o konuda yeteri kadar bilgi sahibi olmak tek başına yeterli değildir; gerektiğinde o bilgilerin hatırlanıp kullanılabilmesi de şarttır. Aksi hâlde hatırlanmayan bilgi yok hükmünde kalır; analitik düşünülerek sağlanan çözüm ve verilen karar da ya eksik ya da yanlış olur.
Yukarıda yazdıklarımın somut örneklerini de paylaşmak istiyorum:
1948 yılından itibaren babam, makineli ziraate geçmeyi konuşmaya başlamıştı. Ben de bu makineli ziraatin nasıl bir şey olduğunu merak ediyor, etrafımda var olan çeşitli makineleri inceleyerek ziraat işlerinin de makineyle yapılabilmesinin nasıl olabileceğini tasarlıyordum.
1950 yılında babam, öküzlerimizi satıp kazandığı parayla traktörün ve sadece tarla sürmeye ve ekin ekmeye yarayan aletlerin peşinatını yatırmış, böylece makinelerimize sahip olmuştuk. Fakat ekin biçmek ve harman etmek (dövmek) için de makine lazımdı. Ben de onları icat etmek istemiştim. Bu nedenle etrafımda görebildiğim ve işime yarayacağını düşündüğüm makineleri incelemeye başladım. İşime yarar gördüğüm makinelerden biri kıyma makinesiydi. Ben de öyle bir makine icat etmeliydim ki, biçilmiş ekinlerin yığınlarını o makinenin içine atınca “malama” (saman ve buğday tanelerinin karışımı) olup çıkmalıydı. Düşündüğüm makineye “döven sürme makinesi” adını vermiştim. (Aslında, şimdiki patoz (batteuse) makinesinin yaptığı işi yapacak bir makineyi icat etmeyi düşünüyormuşum.) Fakat tasarladığım makinenin modelini bile yapamadım. Onu yapamadıysam da, “ekin biçme” ve “kesek kırma” makinelerinin çalışan modellerini yapabilmiş ve bunları arkadaşlarıma ve öğretmenim (Hadiye Berke Hanım) gösterilmek üzere okula götürmüştüm. Öğretmenim de aletlerimle birlikte beni başöğretmen (Yahya Özgen Bey) ile görüştürdü. Başöğretmen aletlerimi görünce bana, “Babana söyle, yarın yanıma gelsin,” dedi. (O yıl 5. sınıftaydım. Mezun olunca Erkek Sanat Okuluna gitmeyi düşünüyordum; çünkü düşündüğüm makineleri yapabilmek için Ahmet Saddi ağabeyim gibi ben de o mektebe gitmeliydim.) Ertesi gün babamla beraber başöğretmene gidince, Yahya Bey babama “Yener’in makine mühendisi olma istidadı var, onu ‘Lise Orta’sına’ kayıt ettir,” dedi. Ben de Sanat Okuluna gitmek istediğimi söyledim ama Yahya Bey, “Sanat Okuluna gidersen usta olursun, Lise Orta’sına gidersen makine mühendisi olursun,” dedi.
Harman zamanıydı, yaz tatilinin sonuna yaklaşıyorduk. Bir gün babam beni Lise Orta’sına kayıt ettirmek üzere şehre götürdü. Müdür Bey odasında yoktu, muavinlerin odasındaymış. Oraya yönlendirildik. Babam, beni kayıt ettirmeye getirdiğini söyleyince, müdür yardımcıları kapasitenin dolduğunu ve kayıtların kapandığını belirttiler. Babam da: “Yener’in makine mühendisliğine istidadı var da, onun için buraya kayıt ettirmek istiyorum,” deyince muavinlerden biri: “O zaman Ortaokula kayıt ettirin. Nasıl olsa aynı şey,” dedi. Babam da beni Sivas Ortaokuluna kayıt ettirdi.
Okul açıldı, dersler başladı. Bir hafta geçti; “Makine mühendisi olma” diye bir ders görmedik. Birkaç ders de boş geçti. Belki bu boş geçen derslerden biridir diye düşündüm. İkinci hafta, boş derslerin öğretmenleri de gelmişti ama “Makine mühendisi olma dersi” yine yoktu. Bunun üzerine, zemin kattaki ders programı levhasını inceledim ve hiçbir sınıfta “Makine mühendisi olma dersi” diye bir şey olmadığını görünce baş muavin odasına gidip “Öğretmenim, ben bu mektebe makine mühendisi olmak için kayıt oldum ama iki haftadır ‘Makine mühendisi olma dersi’ni işlemiyoruz,” deyince baş muavin (Osman Zeki Ünlütürk Bey) bana “Ne diyorsun len?” diye çıkıştı, fakat o sırada odaya giren başka bir öğretmene de “Al, bu çocuk makine mühendisi olacakmış, seni arıyor!” dedi. O öğretmen de bana “Sen birde misin? Gel bakalım,” diyerek beni bir odaya götürdü. Odada birçok makine vardı. Öğretmen, “Gördün mü bak! İkinci sınıfa geçince bu makinelerin işleyişini sana anlatacağım, sen de benim yamağım olacaksın. Hadi şimdi git, dersini çalış, ikinci sınıfa geç,” dedi. Bu öğretmen fizik öğretmeni Abdullah Botay Bey’di. O yıllarda fizik dersi ortaokulun ikinci sınıfında okutuluyordu.
İkinci sınıfta Abdullah Bey’den fizik öğrenmeye başlamıştık. Abdullah Bey bize “Fizik, bilimlerin anasıdır; lisanı da matematiktir. Fiziği derinlemesine öğrenmek için matematikte de çok kuvvetli olmalısınız,” demişti. Matematiğim fena sayılmazdı ama o günden sonra matematik dersine daha fazla önem verdim.
Üçüncü sınıfta, ikinci yarıyıldan itibaren cebir dersi okuyacaktık. Cebiri çok merak ediyordum. Makine mühendisi olabilmem için cebiri de çok iyi öğrenmeliydim.
Cebir dersi başlamıştı. Matematik öğretmenimiz tahtaya “X + 5 = 28” yazdıktan sonra bize “Bu bir denklemdir. Denklem demek, eşitliğin iki tarafının birbirine denk olması demektir. Demek ki bu denklemde ‘X’ ile ‘5’in toplamı ‘28’e eşitmiş. Bu denklemde X, herhangi bir sayıyı temsil etmektedir. Bir denklemi çözmekten maksat, X’in değerini bulmaktır. Şimdi beni iyi dinleyin; cebirin birinci kuralı: Bir denklemdeki herhangi bir kemiyet, eşitliğin bir tarafından öteki tarafına geçirilirse, o kemiyetin işareti değişir,” dedi ve eşitliğin sol tarafındaki +5’i silip, sağ taraftaki 28’in yanına “-5” yazdı. Ben de parmak kaldırıp söz istedim ve ayağa kalkıp “Bunun sebebi nedir?” diye sordum. Öğretmenimiz “Kural bu,” deyince “Neden böyle bir kural var?” diye üsteledim. Öğretmen sinirli bir şekilde kuralı tekrarladı. Ben de “Öğretmenim, ‘Bir kemiyet eşitliğin bir tarafından öteki tarafına geçirilince işareti değişir’ diyorsunuz, tamam; ama o kemiyetin işareti kendiliğinden değişmiyor, siz değiştiriyorsunuz. Niçin değiştiriyorsunuz, onu soruyorum,” deyince öğretmenimizin tepesi iyice attı, “Herife kural diyoruz, anlamıyor. Kural işte oğlum, kural! Herkes anlıyor da sen niye anlamıyorsun!” diyerek beni payladı.
Sıra arkadaşım Abdullah Demir ceketimin eteğinden çekerek “Tamam Yener, tamam…” deyip duruyordu. Ben de soruma cevap alamadan yerime oturdum ve dersten koptum. Zil çalınca Abdullah’a işaretin neden değiştirildiğini sordum, o da “Ben ne bileyim la? Herif öyle diyor,” dedi.
Neticede sorum cevapsız kaldı, dersten koptum ve ortaokuldan liseye matematik borçlusu olarak geçtim. Lisede, Hilmi Bey adında çok iyi ders anlatan genç bir matematik öğretmenimiz vardı; fakat o da askere gidince yerine başka bir öğretmen geldi. O yeni öğretmenin anlattıklarını hiç anlamıyordum ve sormaktan da çekiniyordum. Arkadaşlarım matematiği ezberliyorlardı. Ben de zar zor çalışarak lisenin ikinci sınıfına (5. sınıfa) geçebildim. 5. sınıfta fen ve edebiyat şubeleri ayrılıyordu. Matematiğim zayıf olduğu için edebiyat şubesine kayıt oldum. Böylece makine mühendisi olma şansımı kaybettim.
Şimdi yeniden başa dönelim: Cumhuriyet döneminde okullarda fen dersleri okutulmaya başlanmıştı ama Cumhuriyetimizin 100. yılını tamamladığımız şu günlerde hâlâ Atatürk’ün umduğu gibi çağdaş uygarlık seviyesinin üzerine çıkmak şöyle dursun, gayrimüslimlere daha da fazla muhtaç hâle gelmemizin sebebi nedir?
Lisede okuduğumuz felsefe dersinde analitik düşünme biçimini öğrenince, analitik düşünerek yaşama kültürünü benimsedim. Eğitim sistemimize fen derslerini de koymuş olduğumuz hâlde, bilimlerde ve teknolojide istediğimiz seviyeye erişemeyişimizin sebebini de analitik düşünerek çözmeye çalışıyordum ama yazımın başında bahsettiğim düşünürlerimiz gibi ben de bu sorunu tam çözemiyordum.
Herhangi bir konudaki sorunları analitik düşünerek çözebilmek için, o konuyla ilgili bilgilere sahip olmak ve sahip olunan bilgileri de yeri gelince hatırlayıp kullanabilmek gerektiğini söylemiştim. İşte ortaokuldaki matematik öğretmenimin belki bilmediği, belki de bildiği hâlde hatırlamadığı için kullanmadığı bilgi şuydu: “Bir denklemin iki tarafına da aynı sayı yazılırsa eşitlik bozulmaz.”
Bu bilgiyi hatırlayıp söylediğinde, tahtaya yazdığı “X + 5 = 28” denkleminin iki tarafına da “-5” koyarak “X + 5 – 5 = 28 – 5” şeklinde yeniden düzenleyebilir, denklemin sol tarafındaki “+5”ten “-5” çıkarılınca 0 kalacağını, sağ taraftaki 28’den de 5 çıkarılınca 23 kalacağını, dolayısıyla “X + 0 = 23” diyerek X’in değerinin 23 olduğunu gösterebilirdi. Belki o zaman ben de makine mühendisi olurdum.
Benim hikâyem budur. Kim bilir daha kaç bin kişinin başından benzer hikâyeler geçmiştir…
Değerli okurlarım,
Müslümanların bilimlerde ve teknolojide geri kalmış olmalarının sebebi, ilk bakışta “eğitim sisteminden fen derslerinin çıkarılmış olması” gibi görünse de, bunun altında gizli duran asıl etken “analitik düşünmenin” terk edilmiş olmasıdır. Nitekim Cumhuriyet döneminde eğitim sistemimize fen dersleri konulmuş olsa da, ortaokuldaki cebir öğretmenim gibi analitik düşünme kültürünü benimsemeyip ezberci kültüre bağlı kaldığımız için, çağdaş uygarlık seviyesinin gerisinde kalmaya devam ediyoruz.
Yukarıda “analitik düşünmenin terk edilmiş olmasıdır” şeklindeki hükmümü okuyan bazı okurlarım, “Daha önce analitik düşünüyor muyduk sanki?” diyebilirler. Bu soruya “evet” diyerek cevap vermem gerekir; çünkü eski edebiyatımızın eskimeyen örneklerinde, analitik düşünebilen kimselerin, analitik düşünemeyen kimseleri hicvettiğini görürüz. Bunun en bilinen örneklerinden biri de Nasrettin Hoca fıkralarıdır. Mesela bindiği dalı kesen adamı uyaran Nasrettin Hoca, analitik düşünen kimseleri temsil ederken; uyarıya kulak asmayan ve kestiği dal ile birlikte düşen kişi “analitik düşünemeyen” kimseleri temsil etmektedir. O tarihte henüz “analitik düşünme” biçiminin adı bile konmamış olsa da, edebiyatımızda Nasrettin Hoca fıkraları benzeri birçok örnek, atalarımızın analitik düşünme nosyonuna sahip olduklarını göstermektedir.
Bu noktada bir parantez açarak, Nasrettin Hoca’nın yaşadığı dönemde vuku bulan toplumsal olaylardan birinden kısaca bahsetmek, ardından Hocanın o tür durumları hicveden nefis bir fıkrasını paylaşmak istiyorum:
Endülüs Emevî Devleti’nin mensubu ve Ebül Hasan el-Eşarî’nin de yandaşı olan Muhyiddin İbnü’l-Arabî adlı biri, Endülüs’teki Müslümanların aklını karıştırdıktan sonra Anadolu’ya gelmiş ve Türklerin de aklını karıştırmaya başlamıştır. Analitik düşünebilen Nasrettin Hocamız da işte bu dönemde yaşamış ve Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin “akılsız İslam itikadı”na uyan kimseleri hicvetmeye yönelmiştir. Nasrettin Hoca’nın bu konuyla ilgili ve Azerbaycanlı bir profesör arkadaşımdan dinlediğim fıkrasını şöyle aktarabilirim:
Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin akılsız İslam itikadına biat etmiş olan şeyh efendilerden biri, büyüklüğünü ispatlamak için 7-8 müridiyle beraber Nasrettin Hoca’ya gelmiş. Yaz günü, hava çok sıcakmış. Nasrettin Hoca da evinin önündeki küçük bir ağacın gölgesinde oturuyormuş. Şeyh efendi, Hocayı o vaziyette görünce, onu müridlerinin önünde mahcup düşürmek için, “Hoca Efendi, işittim ki sen ermiş bir hoca imişsin. Öyle mi?” diye sormuş. Şeyhin ve müridlerinin gölgeye sığınmaya çalıştığını gören Hoca, “Öyledir, Şeyh Efendi,” deyince, Şeyh efendi “Öyleyse bir keramet göster de gölgeden biz de rahatça istifade edelim,” demiş. Hoca da 100 metre uzaktaki ağaçlara dönüp “Hey ağaçlar, buraya gelin, Şeyh efendi gölge ister!” diye bağırmış. Ağaçlar gelmeyince Şeyh efendi kibirlenerek “Hani ya, niye gelmediler?” demiş. Hoca da “Ermişe kibir yakışmaz. Ağaçlar gelmediyse biz onlara gidelim,” diyerek herkesi ağaçların gölgesine götürmüş.
Şeyh efendi ve müridleri orada yan gelip yatarken, bu sefer Hoca da Şeyh efendiye takılmış: “İşittim ki sizin de mucizeleriniz varmış. Birini de bize gösterin bakalım,” demiş. Şeyh efendi yattığı yerden kibirlenerek “Zamanı gelince gösteririz,” demiş. Dereden tepeden sohbet edilirken, Şeyh efendi aniden tepinmeye başlamış. Hoca merakla “Ne oldu, Şeyh efendi, niye tepiniyorsun?” diye sorunca Şeyh efendi “Kâbe’nin duvarına bir köpek siğiyordu da onu tekmeleyip kovdum!” demiş. Hoca da “Yahu, sen gerçekten ermiş biriymişsin. Yarın bizim fakir haneye teşrif buyurun da size bir ziyafet çekeyim,” demiş. Şeyh efendi “Hay hay,” demiş.
Nasrettin Hoca onları uğurladıktan sonra evine gidip beş tavuk kesmiş, hanımına bolca pilav pişirmesini söylemiş. Ertesi gün Şeyh efendi müridleriyle gelince, Hoca mutfakta müridlerin tabaklarına tepeleme pilav doldurup üzerine birer kızarmış tavuk butu koymuş; ancak Şeyh efendinin pilavının üstüne but koymamış. Tabaklar sofraya getirildiğinde, Şeyh efendi müridlerin tabaklarında but olduğunu, kendi tabağında olmadığını görünce “Oldu mu ya Hoca! Müridlerin tabağında but var, benimkinde yok!” diye çıkışmış. Hoca da ona “Ağaçların gölgesinde yatarken Kâbe’nin duvarına siğen köpeği görüyorsun da, pilavın içindeki butu niye görmüyorsun?” diyerek karşılık vermiş.
Saygılarımla…