Değerli okurlarım,
Bu ve bundan sonraki makalelerimde yazacağım paragraflardan bazılarına sonraki paragraflarda göndermeler yapmam gerekeceğinden, gönderme yaptığım paragrafların kolayca bulunabilmesi için, başlarına numaralandırılmış paragraf işareti (§) koyarak belirtmiş olduğumu haber vermek istiyorum.
§1. Son günlerde Muhammed Gazali adındaki bir Arap Akademisyenin “Eleştirel bir yaklaşımla” yazdığını belirterek “Düşünce Mirasımız” adını verdiği kitabını okuduğumdan ve Müslümanların bilimlerde en parlak devrini yaşamış; fakat, daha sonra bilimlerde gerilemiş olmasının sebebini açıklamaya çalışan çok sayıda yerli ve yabancı Bilim Tarihçilerinin ve oryantalistlerin bulunduğundan. “Afra adının Çağrıştırdıkları” adını verdiğim makalemin başlangıç paragraflarında bahsetmiştim.
Arap Akademisyen Sultan II. Mahmut’un saltanatı sırasında (1808 -1839) duyduğu ızdırabı daha yeni duymaya başlamış olmalı ki; O da II. Mahmut gibi, Müslümanların bilimlerde geri kalmışlığından yakınmaktadır. Ama onun II. Mahmut'tan farkı, bunun sebebini de açıklamaya çalışmış olmasıdır.
§2. Bundan önceki makalelerimde olduğu gibi, bu ve bundan sonraki makalelerimde de İslam ve bilim konusunda yazacaklarımın ne derecede güvenilir olduğuna karar verebilmeniz için, önce aldığım eğitimin şeklinden, kısaca bahsetmek istiyorum:
Rahmetli dedemin, çiftliğinin en yakın komşusu .iki kilometre uzaktaki Emir Paşaların Cevdet Marşan Beyin Söğütlü han adındaki çiftliği idi. öteki komşularından biri tepelerin arkasındaki Çelebiler Köyü, diğeri ise yine tepelerin arkasındaki Borazıt Köyü idi. İşte böylesine her yerden uzak olan dedemin çiftliğinde, hanefi bir sülalenin çocuğu olarak, 1938. Yılında dünyaya gelmişim. Arkadaşsız bir ortamda doğa ile iç içe yaşarken, 5-6 yaşımdan itibaren din ile ilgili bilgilerimi dedemden öğrenmiştim. 1945 yılında Şehrin o zamanki adıyla Kayserikapı mahallesindeki kiralık evimizde oturarak, Çifte minarenin arkasındaki İsmet Paşa İlkokulunda tahsil hayatıma başlamıştım.
Okullar açılmıştı ama ben hâlâ harmanda döven sürüyordum. O nedenle 1 hafta gecikerek okula gitmiştim. Şehirde yetişmiş emsallerimle tanışınca, din konusunda onların benden çok daha bilgili olduklarını görmüştüm. Mesela: onlar çifte minarelerin simsiyah oluşunun sebebini biliyorlardı. Okula başladığım ilk günde, benden 1 hafta kıdemli olan sıra arkadaşlarım, bildiklerini bana da anlatmışlardı: “Hindistanda Topal Temür diye ırzı gırıh bir padişah varmış. Çifteminarelerdeki mollalar, her gece din gücüyle okuyup üfleyip, Topal Temürün gızını Hindistandan getirip, göbek attırıyorlarmış, sonra yine din gücüyle okuyup üfleyip Hindistana geri gönderiyorlarmış. Topal Temür de bunu eşidince herslenip Sivas’a gelmiş. Çifteminarelerin içine saman doldurup yaktırmış. Çifte Minarelerin simsiyah olmalarının sebebi de buymuş”. Sıra arkadaşlarım Bilal ile Nadir bunu bana, ayrıntılı bir şekilde anlattıktan sonra, “Sınıfı geçip geçmeyeceğimizi öğrenmek istersek, Kadı Burhanettin Hazretlerinin mezar taşına fasülye büyüklüğündeki yassı taşları besmele çekerek sürtmemizin gerektiğini, taş yapışırsa sınıfı geçeceğimizi, yapışmazsa sınıftan düşeceğimizi anlarmışız. Allah büyük olduğu için gullarını affedermiş. Affetmesi için düşen taşı alıp, “üç gülfü bir elham okuduktan sonra yeniden yapıştırmayı deneyecekmişiz. Bu sefer de tutmazsa, Allahın bildiği, bizim bilmediğimiz günahlarımız varmış.”.. Bunları ve bunlara benzer nice din bilgilerini(!) böylece arkadaşlarımdan öğrenmye başlamıştım. İlkokulun üçüncü sınıfındayken Kadı Burhanettin Hazretlerinin mezar taşına besmele çekerek sürttüğüm taşların hepsi tutmuştu ama o sene sınıftan düşmüştüm... Acaba benim bilmediğim Allah'ın bildiği günahlarım neydi?...
§3. İlkokulun 4. sınıfındayken öğretmenimiz, masal ile hikâyenin farkını öğretmiş ve birkaç gün sonra da “Şimdi size bir hikâye okuyacağım. İyi dinleyin ki, sonra size bir soru soracağım” diyerek, “Süt küpüne düşen iki kurbağa” kıssasını okumuştu. Öğretmenimiz “Bu hikâyeden ne anladınız?” deyince, hepimiz parmak kaldırmıştık. Öğretmenimiz kime söz verirse, o da hemen, “İçinde yarısına kadar süt bulunan bir küpe, iki tane kurbağa düşmüş. Kurbağalar ne kadar çabaladılarsa da küpten dışarıya çıkamadıkları için durmaksızın yüzmek zorunda kalmışlarmış. Kurbağalardan biri ümitsizliğe kapılmış yüzmekten vazgeçince süte batmış, boğulmuş. Diğer kurbağa ne kadar yorulsa da, yüzmeye devam etmiş. Yüzerken, yüzerken, bir yağ topağı oluşmuş. Kurbağa da yağ topağının üstüne çıkmış canını kurtarmış” diyerek, kıssayı tekrarlıyorlardı. Öğretmenimiz de her seferinde, “Evet ama bu hikâye bize ne anlatmak istiyor?” Diyordu, hepimiz parmak kaldırıyorduk. Öğretmenimiz kime söz verirse, o da hemen baştan sona, kıssayı tekrarlıyordu. Sonunda Rıza Kuzu: “Çalışan kazanır demek istiyor öğretmenim” diyerek öğretmenimizin beklediği cevabı vermişti; ama, yine de bir şeyi eksik bırakmıştı. Parmak kaldırmış söz istemiştim ve :
̶ Öğretmenim bana da söz verseydiniz, ben de Rızanın dediklerini diyecektim; ama siz bunu bize Hikaye diye okudunuz. Hal bu ki, bu bir masal değil mi?
̶ Neden masal olsun?
̶ Gerçek olmayıp gerçekmiş gibi anlatılanlara masal denir; dememiş miydiniz?
̶ Evet ama bu bir masal değil. Çünkü süt küpünün kapağını kapatmamışlarsa kurbağalar da zıplayıp içine düşebilir!...
̶ Öğretmenim, süte düşen kurbağaların durmadan yüzmesine gerek yok ki. Kurbağalar dört bacağını açıp suyun yüzünde kıpırdamadan durabiliyorlar. Küpe düşen kurbağalar da yüzerken yorulunca bacaklarını açıp kıpırdamadan durur, dinlenirlerdi.
̶ Sen nereden biliyorsun kurbağaların kıpırdamadan suyun yüzünde durduğunu?
̶ Kendim gördüm.
̶ Nerede gördün?
̶ Çiftlikte havuzumuz var. İçi kurbağa dolu.
Öğretmen başımı okşarken sınıfa sormuştu:, “Kurbağaların suyun yüzünde kıpırdamadan durduğunu başka gören var mı?” Parmaklar havaya kalkmış ve görenler bağırarak, “Evet öğretmenim ben de gördüm, demeye başlamışlardı.
(Not: Süt küpüne düşen iki kurbağa kıssasının yazarını merak etmiş ve internetten araştırınca, Daniel Quinn adındaki Amerikalı bir yazarın 1996 yılında basılmış olan “The Story of B” adlı romanında, aynı kıssaya yer vermiş olduğunu öğrenmiştim).
Kurbağalar suyu yüzünde kıpırdamadan durabilirler
§4. 1950 yılında, başka bir mahalledeki kiralık evimize taşındığımız için okulum da değişmişti. 5. Sınıfı “Ergin ilkokulu”nda okumaya başlamıştım. Yeni okulumdaki sınıf arkadaşlarımdan bazıları, yaz tatilinde “Kur'an Kursuna” gittiklerini söylüyorlardı.
Beşinci sınıfın bitirme sınavına girecektik. Sınav sözlü olarak yapılıyordu. Başka okuldan geldiğim için benim numaram en sondaydı. Sınava girmek için beklerken, arkadaşlarım koyunlarından çıkardıkları Enamları birbirine gösteriyor, "yedi kat meşine sarılmış olduğu için yüz numaraya (Helaya) gitsek bile günah sayılmazmış" diyorlardı. Enamın ne olduğunu merak etmiştim. “Zihnimizi açacak” demişlerdi. Benim Enamım yoktu, Nasıl olsa sınava en son ben girecektim. Arkadaşlardan birinin enamını ödünç alırım diye düşünmüştüm. Arkadaşlarıma bunu söyleyince “Suru bozulur” (Sırrı bozulur) diye vermeyeceklerini söylemişler; fakat bana yardımcı olmak için, okulun yakınındaki evliyanın ruhuna Fatiha okumamı önermişlerdi. Okulun yakınında evliya olduğundan bile haberim yoktu. Evliyanın yerini bilenlerle beraber, yattığı yere gitmiş, camsız ve küçük bir penceren içeriye bakmıştık. Yeşil bir tabut vardı. “Ona Fatiha okuyunca evliyanın ruhuna gider” demişlerdi. Fatiha'mı okumuş, sınavımda da başarılı olmuştum
Akşamleyin babama sitem ederek: koynuma enam koymadınız ama, evliya hazretlerine Fatiha okuyunca, sınavda başarılı oldum. demiştim. Babam da: “İnanma oğlum öyle şeylere!” Demişti...
§5. Babamın Kitap dolabında Kur'anın Türkçesi vardı. Merak etmiş okumak istemiştim ama Cennetten ve Cehennemden başka bir şey anlamamıştım. Onları da zaten dedem de söylemişti.
Kur'anın Türkçesini Lisedeyken bir kez daha okumak istemiştim. Fakat bu sefer de ayetler arasında çelişkiler bulunduğunu görmüş ve Kur'an'ın okunmaya değmez bir kitap olduğuna karar vermiştim...
§6. Lise yıllarında Ortaçağ Tarihini okurken , öğretmenimiz, Batılıların Ortaçağ için “karanlık çağ” deyimini kullandıklarını, buna karşılık, aynı dönemde, yaşamış olan Farabi (870-950) ve İbn Sina (980-1037) gibi “İslam âlimlerinin” sayesinde, Müslümanların bilimlerde “Altın devrini ” yaşamış olduklarından bahsetmiş, Rönesans'tan sonra batılıların bilimlerde ilerlediklerini Müslümanlarınsa gerilemeye başladıklarını söylemişti. Fakat bunun sebebini ne öğretmenimiz anlatmış, ne de biz sormuştuk.
§7. Felsefe dersinde analitik düşünme biçimini öğrendikten sonra, o zamana kadar yaşadığım ve yaşandığına şahit olduğum tatsız olaylardan bir çoğunun sebebini de çözmüştüm: Analitik düşünme özürlüymüşüz... O günden itibaren, analitik düşünerek yaşamaya karar vermiştim. Fakat itiraf etmeliyim ki, ezbercilikten ve taklitçilikten ibaret olan “muhafazakâr yaşama kültürünü” terk edebilmem, başlangıçta, hiç de kolay olmamıştı.
§8. Liseden mezun oluncaya kadar dört kere sınıfta kalmıştım. Sonra 1 yıl da Hukuk Fakültesinde okumuş ve oradan da ayrılıp Fen Fakültesinin Botanik -Zooloji dallarında 1961 yılında okumaya başlamıştım. 23 yaşımdaydım ve emsallerimden beş yıl geride kalmıştım
Botanik – zooloji Anabilim Dallarında lisans öğrenimime devam ederken, Bitki Fizyolojisi konusunda kafamda oluşan bazı sorulara kitaplarda cevap bulmamıştım. 4. Yılda Bitki Fizyolojisi konusunda bilimsel araştırma yapan hocalarımdan birinin, araştırmalarında yardımcı eleman olarak geçici bir kadroya atanmıştım. Bu suretletle, 1964 yılında; araştırma laboratuvarındaki çalışmalarımda analitik düşünebilme pratiğimi geliştirme imkânını yakalamış oluyordum.
Fakülteden mezun olunca Askere gitmiş, hasbelkader en değerli arkadaşlarımdan Ziraat Mühendisi Nihat Özkâhya ile bererber, Mardin'in Kızıltepe ilçesindeki Seyyar Jandarma Alayına bağlı II. Taburun 6. Ve 7. Bölük Komutan vekilleri olarak, Nihat Bey kardeşimle birlikte görev yapmaya başlamıştık. Görevlerimizin arasında, Garnizonumuzun, yıllardan beri ağaçlandırılamamış olan ağaçlandırma alanını ağaçlandırmak da vardı. Yukarı Mezopotamya'nın yaz aylarındaki kavurucu sıcaklarına (Eyyam-ı buhur) rağmen, Diktirdiğimiz 8 bin fidanın hepsini tutturmayı, fizyoloji bilgimizi kullanarak başarmıştık.
§9. Askerlikten sonra, 1977 yılında Mezun olduğum Kürsüye asistan olarak atanmış ve 1983 yılına kadar bilimsel araştırmalar yaparak Doktoramı vermiş sonra da Doçent olmuştum. Bu Süre zarfında 1 yıl da Amerika'daki meslektaşlarımla birlikte çalışarak, bitki fizyolojisi konusunda, yaşadığımız çağın aktüel bilgilerine de vakıf olmuştum.
1983 yılında Fen Fakültesinin Dekan yardımcılığına atanmıştım. O yıllarda Baş örtüsü takan kız öğrencilerimize, üniversitelerin kılık kıyafet yönetmeliğine aykırı davranışlarından dolayı disiplin soruşturması uygulanıyordu. Fakat bu konuda her kafadan ayrı bir ses çıktığına da şahit oluyordum. Bu konuyu daha önceki bir makalemde yazmıştım. Bu günkü makalemde, meselenin aslını anlamak üzere, 45 yaşımda bir Doçent olarak Kur’an’ı, okumaya, ama bu sefer ağırlıklı olarak bilimlerle ilgili ve özellikle de yaratılışla ilgili ayetleri, analitik düşünerek okumaya başlamıştım ve §5. Numaralı paragrafta, aralarında çelişkili bulunduğunu yazdığım ayetlerin, kendi aralarında gayet uyumlu olduğunu gördüğüm gibi, bilimsel sonuçlarla da son derece uyumlu olduklarını da görmüştüm.
§10. Kur’an’ı okumaya başladıktan 11 yıl sonra, bu sefer de Edebiyat Fakültesindeki Bilim Tarihi Bölümünde Biyoloji Tarihi dersini okutmakla da görevlendirilmiştim. Her ne kadar Biyoloji tarihi Dersini kısa bir süre okutmuşsam da, 1994 yılında başladığım Bilim Tarihini okumaya 30 yıldan beri aralıksız devam ettiğimi ve Müslümanların Ortaçağda “Altın devrini” yaşamış olmalarına rağmen, daha sonra bilimlerde gerilemelerinin biri daima gizli kalmış , diğeri gizli kalmış olan sebebin sonucu olarak ortaya çıkmış ve asıl sebep olarak zannedilmiş olan iki sebebin bulunduğunu anlamış oldum.
§11. Fakat “Afra Adının Çağrıştırdıkları” adını verdiğim önceki makalemin ilk paragraflarında ifade ettiğim gibi, 30 yıldan beri, kitaplarını, makallerini ve düşüncelerini okuduğum yerli ve yabancı yazarlardan bazılarının, analitik düşünmeyi beceremediklerinden, bazılarının mahalle baskısı yüzünden, bazılarının, bağnazlıklarından, bazılarının da siyasi sebeplerden dolayı asıl sebebin etrafında dolaşıp durmuş, fakat asıl sebebi açıklayamamış olduklarını gördüğümü de iddia etmiştim..
§12. Makalemin devamında, Müslümanların Ortaçağda bilimlerde “altın devrini” yaşamasının ve sonra da gerileyerek, gayrimüslimlere muhtaç ve ne yazık ki, Bakara suresinin 85. Ayetinde ifade edildiği gibi, “rezil“ olarak yaşamaya başlamış olmalarının, gerçek sebebini, hiç kimsenin itiraz edemeyeceği bir şekilde, ilk defa bu gazeteden İslam dünyasına duyurarak açıklayacağımı haber vermek istiyorum.
Devam edecek.