İnsanlar o çöplükteki mücevherleri bulabilmek için, horoz gibi eşinmek yerine, insan gibi analitik düşünmek zorundadırlar.
Değerli okurlarım,
Çoğunuzun malumu olduğu üzere, Divan edebiyatı şiirinde “kaside” denilen bir nazım şekli vardır. Ve yine, çoğunuzun hatırlayacağı gibi, Kaside şairleri, adeta “kızım sana söylüyorum gelinim sen anla” dercesine, bir konuyu anlatmaya başlar. Sonra lafı döndürür dolaştırır, bir punduna getirip, asıl söylemek istediklerini söylerler.
Benim makale yazma tarzım da, kasidenin düz yazı biçimini andırır:
Bu yaşıma gelinceye kadar başta ilkokul öğretmenlerimden Rahmetli Makbule İzgi Hanım ve Hadiye Berke Hanım olmak üzere, bilgilerinden istifade ettiğim öğretmenlerimin hepsine ve herkese teşekkür borcum vardır. Fakat, özellikle İlkokulda öğrencisi olduğum beş öğretmenimden ikisini adlarıyla anmamın sebebi: Dedemin çiftliğindeki doğal ortamda hiç farkına varmadan benimsemiş olduğum “Analitik Düşünerek Yaşama Kültürünü ortaya koyan davranışlarımı yadırgamayıp aynı şekilde yaşamama fırsat vermiş olmalarıdır.
●Makbule İzgi Hanımın hikaye diyerek okuduğu “Süt Küpüne Düşen İki Kurbağa” kıssasını dinledikten sonra bunun bir hikaye değil masal olduğunu, çünkü kurbağaların yorulunca süte batıp boğulmayacakların söylediğim zaman, itiraz etmeyip başımı okşamış olması,
● Hadiye Berke Hanımın da, icat ettiğim saçma sapan tarım makinelerinin modellerini görünce, beni eleştirmeyip teşvik etmiş olmasıdır.
“Analitik Düşünerek yaşama Kültürü Üzerine Sohbetler” ana başlığı altında yazdığım makale serisini yazabilmeme ve yazdıklarımda demek istediklerimi diyebilmeme sebep olan diğer üç öğretmenimden de, kendilerini rahmetle ve minnetle anarak, kısaca bahsetmek istiyorum:
● Bu üç Öğretmenimden birincisi, Ortaokuldaki Türkçe öğretmenimiz Galip Pekin Beydir. Galip Bey bize: “Okuyucuya bilgi vermek ve bir gerçeği ispat etmek üzere yazılan düz yazılara. makale denir” dedikten sonra, anılarımızı makale şeklinde yazmamızı önermişti. Galip Beyin önerisini umursamayıp, anılarımı yazmamış olsayım, bir çok şeyi unuttuğum gibi, onları da unutur giderdim...
● İkincisi, Ortaokuldaki, Fizik öğretmenimiz Abdullah Boray Beydir. O da bize ilim adamlarının vasfını anlatırken: “İlim adamı dediğiniz Lavaziye (Lavoisier) gibi olmalı. Doğruları söylerken ölümü bile göze almalıdır. Lavasiye «Hiç birşey yoktan var edilemez, var olan da yok edilemez» demiştir. Kilise babaları da «Vay sen Allahın kâintı yoktan var ettiğine, kıyamet kopunca da yok olacağına inanmıyor musun!? Lafını geri almazsan seni öldürürüz» demişler. O da kafasının giyotinle kesileceğini bile bile, sözünü geri almamıştır. Lâkin dikkat edin. Lavaziye Allah yaradamaz, Allah yok edemez dememiştir. Onun kast ettikleri insanlardır. Gerçekten de insanlar, olmayanı var edemez olanı da yok edemezler. Şimdi diyeceksiniz ki lokomotif eskiden varmıydı? Yoktu ama, demir vardı. Corc Stefenson (George Stephenson) Lokomotifi yoktan var etmemiştir. Mevcut olan demiri kullanarak, lokomotif denen makineyi vücuda getirirmiştir; yani icat etmiştir. Corc Stefensonun kullandığı maddeler olmasaydı, lokomotifi ic at edebilir miyd?
“Kilise babaları, Galilenin ((Galileo), «Dünya dönüyor » dediğini duyunca ona da «Lafını geri almazsan seni öldürürüz » demişler. Fakat Galile ölümden korktuğu için, sözünden dönmüş. İşte bu da makbul bir âlim değildir.” demişti.
Ben de bir bilim adamı olarak keşfettiğim bilgileri çekinmeden söylemeyi ve yazmayı, Abdullah beyden öğrendim.
● Üçüncü öğretmenim, Lisedeki Felsefe öğretmenimiz, Necdet Korkmaz beydir. Analitik düşünmeyi ondan öğrendiğimi de en başından beri yazıyorum...
Değerli okurlarım “Analitik Düşünerek Yaşama Kültürü Üzerine Sohbetler” ana başlığı altında yazdığım, önceki makalelerimde, analitik düşünmenin tarifini yaptıktan sonra, insanların her hangi bir konuda analitik düşünerek doğru karar verebilmeleri için o konu ile ilgili doğru bilgilere ya da doğru haberlere sahip olmaları ve yeri geldiğinde onları hatırlamaları gerektiğini yazmıştım. Daha sonraki makalelerimde, yeri geldikçe “din” ile ilgili olan, “ilim (bilim)” ile ilgili olan, ve “bilim tarihi” ile ilgili olan konularla ilgli düşüncelerimi görüşlerinize sunduğum oldu. Yazdıklarımı okuyunca, söylediklerime inanıp inanmamanız konusunda, analitik düşünerek doğru karar verebilmeniz için, yazılarımda kullandığım bilgilerin ve haberlerin ne derece doğru olduğu konusunda kuşkularınız olabilir diye, kullandığım her bilginin ve her haberin kaynağını göstermeyi de ihmal etmedim. Buna rağmen, dinden bilime, bilimden bilim tarihine kadar, son derece geniş ve farklı alanlarda makaleler yazarken, kullandığım bilgilerin ve haberlerin ne derece doğru kaynaklardan öğrenmiş oabileceğimi merak ediyor olabilirsiz ki, bunda da, yerden göğe kadar hakkınız vardır. O nedenle, yazılarımda kullandığım bilgilerin ve haberlerin kaynaklarından ve bu kaynaklara nassıl ve ne suretle erişebilmiş olmamdan da bahsetmem gerektiğini düşündüm.
Her şeyden önce, akademik hayatımda, tanıdığım meslektaşlarımın hiç birine nasip olmayan, üç fırsattan, üçünün birden bana sahip olduğumu söylemeliyim;
● Bu fırsatlardan birincisinin hikâyesi şöyledir:
1978 yılında Doçent olmuştum; fakat, kadrosuzdum. Nihayet 11.12.1980 tarihinde toplanan Üniversite Genel Kurulunun kararıyla Doçent kadrosuna da atanmıştım.
Fen Bilimleri Enstitüsü Müdürü olan Prof. Dr. Cemil Şenvar Bey, Fen Fakültesi Dekanı Ahmed Yüksel Özemre Beye’e ismimi vererek, kendisine yardımcı olarak beni atamayı düşündüğünü söylemiş. Dekan Beyin de uygun görmesi üzrine 31.12.1982 tarihinde Fen Bilimleri Enstitüsüne Müdür Yardımcısı olarak atanmıştım.
Hemen söylemeliyim ki, Cemil Beyin kendisine yardımcı olarak atanmamı istemiş olmasının sebebi, bilimsel çalışmalarımın niteliğinden çok, Sivaslı olmamdır. Bunu da kendisinden ya da başka birinden duymuş değilim; ama, daha önce hiç tanımadığım Cemil Beyi, Yardımcısı olduktan sonra tanımaya başlayınca, bu çıkarımı yapabildim. Böyle bir çıkarımı yapabilmemin ayrıntılarını da görüşlerinize sunmak istiyorum:
Cemil Bey, Hataylı idi. Vaktiyle Sivas Lisesinde Kimya öğretmeni olarak görev yapmış, Sonra da Fen Fakültesi Kimya bölümünün açtığı asistanlık sınavını kazanarak Akademik kariyer yapmaya başlamış. Hacettepe Üniversitesinde görevliyken YÖK başkanı İhsan Doğramacı Beyin arkadaşıymış, İhsan Doğramacı Bey, İstanbul Üniversitesinin Fen Bilimleri Enstitüsünü kurması için, Cemil Beyi görevlendirmiş. Doçent Kadrosuna atanmama karar veren Üniversite Genel Kurulunda Cemil Bey de varmış. Cemil Bey, öz geçmişimin ve bilimsel çalışmalarımın okunmasını dinleyip de Sivaslı olduğumu öğrenince, adımı kaydederek, Fen Bilimleri enstitüsünü kuruluşunu tamamladığı zaman beni de kendisine yardımcı olarak atamaya karar vermiş.
Böyle bir çıkarım yapmama da, Sivas Lisesinin 100. Yılını kutladığımız 1987 yılındaki kutlama komitesinin hazırlayıp bastırdığı “Sivas Lisesi 100. Yılı 1887-1987” adlı anı kitabındaki, gelmiş geçmiş öğretmenlerin tanıtıldığı 6. Sayfanın soldaki grubunda, alttan ikinci sırada Cemil Beyin fotoğrafını ve soy adının Şenmar olarak yanlış yazılmış olduğunu görmem sebep olmuştur.
Fen Bilimeri Enstitüsündeki görevim 13 yıl devam etmiştir. Bu 13 yıl boyunca Fen bilimlerinin çeşitli anabilim dallarında hazırlanan lisansüstü (Yükseklisans ve Doktora) tezleri okuyarak Fen bilimlerinin her birinin çağdaş durumundan haberdar olma fırsatını yakalamış oldum. Fakat üzülerek söylemeliyim ki Fen Bilimlerine bağlı anabilimdallarında analitik düşünebilen birkaç öğretim üyesinden başkalarının analitik düşünemediklerini de gördüm. İlerideki yazacağım makalelerimde onlarla ilgili olaylardan da bahsedeceğim.
● Bana nasip olan fırsatlardan ikincisi, Fen Fakültesine Dekan Yardımcısı Olarak atanmamdır.
Fen Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre Bey, mütedeyyin bir insandı. O yıllarda, YÖK tarafından hazırlanmış olan kılık kıyafet yönetmeliğinin, Kur’andaki Nur suresinin 31. Ayeti ile çeliştiği iddiasıyla, baş örtüsü takan kız öğrecilerimizle sorunlar yaşanıyordu. Ahmed Yüksel Özemre Bey de bundan rahatsız olunca, Fen Fakültesi Dekanlığından İstifa etmişti. Rektör Bey de Botanik anabilimdalındaki Hocalarımdan Prof. Dr. Metin Bara Beyi Dekan olarak atamıştı.
Metin Bey Doçentken ben öğrenciydim ve deneylerinde yardımcı olabilmem için, geçici bir kadroya atanmamı sağlayarak, bana görev vermişti, Ben de hocamın verdiği görevleri son rerece mükemmel yapabilen bir robot icat etmiş ve onu da, Botanik Enstitüsündeki, Alman hocalarda kalmış atölyede, görevli olan Faik Büyükikiz Ustayla bereber imal etmiştik. Metin bey de çalışmalarımdan memnun olmuştu. Daha sonra Metin Beye bir alet daha lazım olmuştu. O aleti de yine Faik Ustayla birlikte imal etmiştik. . Metin Bey de O aleti kullanarak yaptığı deneylerle Profesör olmuştu.
Metin Bey Dekan olunca Kendisine yardımcı olarak beni atamıştı. Böylece, 18.03.1983 tarihinde atanmış olduğum Fen Fakültesi Dekan Yardımcılığı görevime de, 1988 yılında Profesör oluncaya kadar devam etmiştim.
Aslına bakarsanız, Dekan yardımcılığı sıradan bir işti ve benim için şanstan çok mazarrat mahiyetindeydi. Fakat bu mazarrat benim Kuranı okumaya başlamam sbep olmuş ve böylece şansa dönüşmüştü. Bunun hikayesi de şöyledir:
● Başörtüsü takan Kız öğrencilerden dolayı yaşanan sorunlar devam ediyordu. Yök Başkanı İhsan Doğramacı Bey geri adım atmış ve kız öğrencilerin türban takabileceğini ilan etmişti, Fakat öğrencilerimizden her birinin taktığı baş örtüsü diğerinden farklıydı. Her biri kendi taktığı baş örtüsünün türban olduğunu iddia ediyordu. Dekanlıkta resimli Larus (Larousse) ansiklopedisi vardı. Larusa baktığımda, Kanuni sultan süleyman’ın kavuğundan tutunuz da anamızın bacımızın kullandığı başörtüsüne varıncaya kadar hepsine, türban denilmiş olduğunu görmüştüm. Anlaşılan YÖK başkanımız bile analitik düşünmeden karar veren biriydi...
Meselenin aslını öğrenmek için, baş örtüsünün Kur’andaki tarifini öğrenmek üzere sahaflara gitmiş Sahaf esnafından birinin tavsiyesi üzerine, Ömer Rıza Doğrul’un yazdığı “Tanrı Buyruğu, Kuran-ı Kerimin tercüme ve tefsiri” adlı kitabı almıştım. Nur suresinin 31. ayetinin yönetmelikle çelişmediğini fakat Ömer Rıza Doğrul’un ayete (yerlerinin) kelimesini parantez içinde eklemiş olmasından dolayı manası değişen cümle ile yönetmeliğin çeliştirilmiş olduğunu görünce. Tekrar Sahaflara gidip durumu anlatarak, Kur’anın diğer müfessirler tarafından yazılmış olan tercüme ve tefsirlerini de görmek istediğimi söylemiştim. İncelediğim tercüme ve tefsir kitaplarında müfessirlerin hemen her ayete parantez içinde ya da dışında, kendi kafalarına göre kelimeler eklemiş olduklarını görmüştüm. Bunu da görünce, Kur’andaki bilimlerle ilgili olan ayetlerin düzgün tercümelerini analitik düşünerek okumaya karar vermiştim. O kararımın üzerinmden 40 yıl geçmiştir ve ben de bu 40 yıl boyunca Kur’anın bilimsel ihtissımla ilgili olan ayetlerinin düzgün tercümelerini okuyarak Allah’ın insanlara vermiş olduğu haberlerden , emirlerden, yasaklardan ve ibadet kurallaından haber sahibi olma çalışmalarıma devam etmekteyim. Makalelerimde İslam ile ilgili konuları analitik düşünerek yazarken kullandığım haberlerin kaynağı da Kur’andır. Bu da benim için azımsanacak ya da küçümsenecek bir şans değildir.
●Üçüncü fırsat ise: Ayrıntılarını anlatmayı meslekten olmayanlar için gerekmediğini düşündüğüm, bitki fizyolojisi ile ilgili olan ve “senesens” (Senescence) denilen bir konuyu anlattığım seminerin sonunda, Senesens kelimesinin Türkçe karşılığı olarak sözlüklerde “yaşlanma” kelimesinin yazılmış olduğuna; fakat bunun yanlışlığına işaret ederek, Türkçemizde senesens kelimesinin yerini tutacak bir kelime aradığımdan; fakat bulamdığımdan da bahsederek bunu sebebini de şöyle açıklamıştım:
Yaptığım inceleme sonucunda, atalarımızın, evcil hayvanların her türünün, her yaştaki dişisine erkeğine başka bir ad vermiş olmalarına rağmen, bitki türlerinin her birine kendilerine mahsus bir ad bile vermemiş olduklarına dikkat çekmiş ve buna örnek olarak, Latincede adı “Ovis aries” olan hayvanın Türkçemizde dişisine koyun dediğimizi erkeğine koç dediğimizi, yeni doğmuş yavrusuna körpe, süt emmeye devam eden yabrusuna kuzu, 1 yaşındaki yavrusunun erkeğine şişek dişisine öveç iki yaşındaki iğdiş edilmiş yavrusuna toklu dendiğini, buna karşılık bitki türlerinin her birini, bir hayvanın her hangi bir organına benzeterek adlandırmış olduklarını söyleyip, Keçiboynuzu, kuzukulağı, sığır kuyruğu, it üzümü, it sarımsağı, kuş üzümü, kuş burnu, katır tırnağı, aslan ağzı, deve tabanı, deve dikeni, fil kulağı, koyun gözü, at kestanesi, eşek hıyarı, karga sabunu, gibi bitkilerin adlarını sıralamıştım. Sonra da bu bilgilerin, atalarımızın Orta asya bozkırlarında hayvancılık yaparak yaşadığını söyleyen tarihçilerin iddialaraını destekler mahiyetinde olduğunu da dinleyicilerimin dikkatlerini çekmiştim.
Seminerimi dinleyen Dekan bey de beni tebrik ettikten sonra, latife olarak, “Senesensin ne olduğunu anlayamadım; ama, atalarımızın hayvancılıkla meşgul olduklarını çok güzel anlattınız” demişti.
Aradan yıllar geçmişti. 1994 yılında, Edebiyat Fakültesinin Bilim Tarihi Bölümünde Biyoloji Tarihi derslerini anlatacak bir öğretim üyesine ihtiyaç duyulmuş ve Biyoloji Bölümü Başkanıdan bu dersi anlatabilecek bir öğretim üyesinin görevlendirilmesi istenmiş. Metin bey de o yıllarda Dekanlıktan ayrılmıştı ve Biyoloji Bölümü Başkanıydı, Bilim Tarihi Bölümünün ihtiyacından bana bahsederken “Atalarımızın orta asyada hayvancılık yapmış olduğunu söylediğin aklıma geldi, seni düşündüm. İstersen git bir görüş demişti. Akademik formasyonumun, Biyoloji Tarihi dersini okutmaya müsait olmadığını söylemeye çalıştıysam da, Metin bey aynı fikirde olmadığını söylüyordu. Bilim Tarihi Bölümünün Başkanı da Prof. Dr. Ekmelettin İhsanoğlu Bey idi. Ders vermeye 1 yıl sonra başlayacağımı, bu 1 yıl içinde ders notlarımı hazırlayabileceğimi söyleyince, içimden, “Koyunun bulunmadığı yerde keçiye Abdurrahman çelebi derler” Demek ki Bilim Tarihi Bölümüne bir “Abdurrahman Çelebi” lazım olmuş diyerek, yardımcı olmaya karar vermiştim.
O günden itibaren geçen 29 yıldan beri de, yerli ve yabancı bilim tarihçilerinin kitaplarını okumaya devam etmekteyim. Yazdığım makalelerimde kullandığım bilim tarihi ile ilgili bilgilerin kaynağına da böylece işaret etmiş bulunuyorum.
Değerli okurlarım,
Her ne kadar yazdıklarımı analitik düşünerek yazmaya çalışıyorsam da , sonuçta hepimiz insanız ve hata yapabiliriz. Yazılarımı okurken kelimelerde harf hataları yapmış olduğumu görüyorum. O sebepten hepinizden özür dilerim. Lakin her hangi bir konudaki düşünce hatamı da tespit ettiğiniz takdirde, o konudaki daha doğru olan düşüncelerinizi de analitik düşünerek yazarsanız memnun olur ve çok teşekkür ederim.
Saygılar.