BİLGİ İLE HABER ARASINDAKİ FARKIN İSLAM AÇISINDAN ÖNEMİ

BİLGİ  İLE  HABER ARASINDAKİ  FARKIN İSLAM AÇISINDAN ÖNEMİ

Değerli okurlarım,
Bu günkü makalemde BİLGİ kelimesiyle  HABER kelimesinin  anlamları arasındaki farkı açıklamaya ve bu farkın İslam açısından da, çok önemli olduğunu  anlatmaya çalışacağım: 
1961 yılında İstanbul'daki Güzel Sanatlar Akademisinin İç Mimarlık Bölümünün sınavlarına girmiştim. Sınavda sorulan sorulardan biri şöyleydi:
“Beyaz ışıkta kırmızı görünen bir cisim,   kırmızı ışıkta ne renk görünür?”
 Lisedeki fizik derslerinde öğrendiğimize göre Newton, beyaz ışığın gök kuşağında görünen  yedi rengin karışımından meydana geldiğini söylemiş ve bunu, deneyler yaparak ispat etmiştir. 
Cisimler, üzerlerine düşen beyaz ışığın terkibindeki ışınlardan hangisini yansıtırlarsa,  o renkte görünürlerdi.  Cisimlerin hangi ışınları soğurup, hangisini yansıtacağı da,  o cismin moleküler yapısının biçimine bağlıydı. 
Ben de bu bilgilere dayanarak, “Beyaz ışıkta kırmızı görünen cismin moleküler yapısı, kırmızı ışığı yansıttığına göre, üzerine düşürülen kırmızı ışığı da yansıtır ve yine kırmızı görünür”. Diye cevap vermiş ve başarısız sayılmıştım. 
Aynı yıl, İstanbul Üniversitesi  Fen Fakültesinin Botanik - Zooloji Bölümünün sınavlarına da girmiş ve kazanmıştım. Fen Fakültesinin ilk yılında FKB  (Fizik Kimya Biyoloji) programını okurken,  İsviçreli Profesör Kurt Züber'in anlattığı Denel Fizik Dersinde,   beyaz ışıkla aydınlatılınca kırmızı görünen  bir kumaşın üzerine, sadece kırmızı ışık düşürülünce  beyaz göründüğünü,  herkesle beraber ben de görmüştüm. Kurt Züber bu defa,  beyaz ışıkla aydınlatılınca mavi görünen bir kumaşın üzerine  sadece mavi ışık düşürülünce onun da beyaz göründüğü  göstermişti. Hocamız üşenmemiş,   aynı deneyi,  diğer renklerdeki kumaşları da kullanarak, her birini,  kendi rengine uyan ışıkla aydınlatılınca beyaz göründüklerini göstermiş ve bunun sebebini de anlatmıştı. Ama ben anlattıklarından hiç bir şey anlayamamıştım. Hâlâ da anlayabilmiş değilimdir.
Yaşamış olduğum bu olayları anlatmamın sebebini tahmin etmiş olmalısınızdır. Ama yine de açıklamak istiyorum: 
Bir cismin üzerine kendi renginde bir ışık düşürülürse,  o cismin beyaz görüneceğinden HABERİM vardır; ama, bunun neden böyle göründüğünü  BİLMİYORUM.  
Bir konu hakkında sadece bilgi sahibi olmanın ya da sadece haber sahibi olmanın her zaman işe yaramayacağını da bu suretle öğrenmiş olduğum gibi,  bu vesileyle,  bilgi ile haberin farklı şeyler olduğunu  da öğrenmiş oluyordum. 
Bilgi ile Haberin farklı şeyler olduğunu öğrenmiş olmanın önemine gelince:

Şu günlerde,  çeşitli yayın organlarında, düşmanın radar ışınlarına yakalanmayan İHA’ların ve  SİHA’ların, yurdumuzda da üretildiğini ve kahraman ordumuzun Hava Kuvvetleri Komutanlığının envanterine,   kayıt edildiklerini okumaktayız. Azerbaycan'da, Libya'da  başarılı bir şekilde  kullanılan ve Ukrayna’ya ihraç edilen ,  İHA' larımızı ve SİHA' larımızı Ukraynalıların da başarılı bir şekilde kullandıklarını gören dünya ülkelerinden bir çoğunun, Türk İHA'larını ve SİHA'larını satın almak için sıraya girdiklerinden de haberimiz vardır.  Şimdi tekrar soruyorum: İHA’larımızın  ve SİHA’ larımızın, düşmanın  radar ışınlarına yakalanmadığından “HABERİMİZ” vardır; ama,  bunların, nasıl olup da radara yakalanmadığını, BİLEN kaç kişimiz vardır? Allah’a şükrolsun  ki, bunun sebebini bilenlerimiz de vardır...
Değerli okurlarım, 
Buraya kadar yazdıklarımla, kitaplardan okuyarak öğrendiklerimizle bilgi sahibi değil, sadece haber sahibi olabildiğimizi,  bunun da her zaman yeterli olmadığını söylemeye   çalıştığımı anlamış olmalısınızdır... Fakat,  üzülerek söylüyorum ki, milletimizin çok büyük bir kısmı, kitap okumakla bilgi sahibi olunabileceğini zannetmektedirler.    Onlara göre insanlar,  ne kadar çok kitap okurlarsa o kadar çok bilgi sahibi olabilmektedirler. HAYIR...  BU, KESİNLİKLE  DOĞRU DEĞİLDİR. BU ANLAYIŞ YANLIŞTIR... 
Çünkü: Kitap okuyarak öğrendiklerimizle bilgi sahibi değil, haber sahibi olabilmekteyizdir. Mesela: “Bir dik üçgende, dik kenarların karelerinin toplamı , hipotenüsün karesine eşit olduğunu öğrenince  o bilginin sahibi olabilir miyiz?    Öğrendiğimiz o bilginin sahibi biz miyiz, yoksa Pisagor mudur?  Bunu demek istiyorum...
Önemli olan,  hiç kimsenin BİLMEDİĞİNİ,  herkesten önce BİLMİŞ olmaktır.  O bilgiye,  herkesten   önce Pisagor sahip olmuştur; ama nasıl sahip olmuştur? 
Çoğunuza,  tuhaf geleceğini tahmin ediyorum; ama, bunu söylemek boynumun borcudur: Bir bilgiyi herkesten önce öğrenmenin tek yolu vardır ve  o yolu da  insanlara,  Kur’an ayetleri haber vermektedir.. İslam Tarihinde,  Kur’an'daki o ayetlerin varlığını Hicretten sonraki 150 yıl boyunca, kimse görememiş ama  Hicretten 99 yıl sonra doğmuş olan,  İranlı  Cabir bin Hayyan (721-815) okumuş olmalı ki,  ilk defa o: “Allah insana kâinatın bütün sır perdelerini yırtacak kabiliyeti vermiştir “ diyebilmiştir.(Fuat Sezgin’den).   Cabir bin Hayyan’in bu sözü hangi yaşındayken söylediğini bilmiyoruz; ama,   94 yıl sürmüş olan ömrünün ortasında söylemiş olduğunu varsayarsak, yaklaşık olarak  Hicretten sonraki 150 yıl kadar sonra söylemiş olduğu sonucuna varabiliriz.  Bu durumda aklımıza şöyle bir soru gelebilir: Kuran Arapça olduğu halde,  150 yıldan beri Kur’an'ı okuyan Araplar söz konusu ayetlerin varlığını neden fark etmemişler de,  İranlı Cabir bin Hayyan fark etmiştir?  Bu soruya cevap verebilmek için,  Ta-Ha suresinin 114. Ayetini okuyalım:
● “Gerçek hükümdar olan Allah yücedir. Sana vahyedilmesi tamamlanmadan önce Kur’an'ı okumakta acele etme  «Rabbim ilmimi artır» de.”

Değerli kurlarım,
İslam,  7. Yüz yılın başlarında, dünyanın en cahil toplumu olan Arapların, dürüstlüğünden dolayı  Muhammedül Emin namıyla andıkları Hz. Muhammed'e,  Allah tarafından vahyedilmeye başlanmış olan, son derece mükemmel ve mufassal bir dindir.  Cahiliye devrinde, cehalet içinde bulunan ve okur yazar oranı binde bir civarında olan Arapların, o halleriyle Kur’an'ı okumaları ve layıkıyla anlayabilmeleri mümkün değildir. Fakat, okur - yazar olmayan kimselerin hafızalarının çok güçlü olduğu bilimsel olarak da tespit edilmiş bir gerçektir.  Okur-Yazar olmayan Hz. Muhammed ve sahabe,  son derece çetin şartlar altında,  münkirlerin, müşriklerin baslılarına ve tacizlerine rağmen, yerlerini - yurtlarını terk etmek pahasına da olsa, kendilerine tebliğ edilmiş olan Kur’an ayetlerini   ezberleyip,    yazılmalarına kadar hafızalarında tutabilmiş olmakla ,   İslam adına, üzerlerine düşen görevi hakkıyla yerine getirmiş olan muhterem insanlardır. Fakat, Arap - İslam bilim Tarihinin dünyadaki en büyük otoritesi olan Fuat Sezgin’in yazdığına göre,   bu insanlar, parmaklarını kullanmadan, iki kere ikinin dört ettiğini, hesaplayamayacak kadar cahil kimselerdir. Fuat Sezgin'i bir tarafa bırakalım, Şura suresinin 52, 53  ayetlerinde Allah Hz. Muhammed'e:
● “İşte sana da, emrimizle, bir ruh (kalpleri dirilten bir kitap) vahyettik. Sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu, kullarımızdan dilediğimizi, kendisiyle doğru yola eriştireceğimiz bir nur yaptık. Şüphesiz ki sen doğru bir yola iletiyorsun; göklerdeki ve yerdeki her şeyin sahibi olan Allah’ın yoluna. İyi bilin ki, bütün işler sonunda Allah’a döner”   buyurmuş olmasından,  Hz. Muhammedin de çok bilgili bir insan olmadığı anlaşılmaktadır ki,  bunun da, Kur’an'ı Hz. Muhammedin yazmış olamayacağının delili olarak mütalaa edilmesi gerekir. 
Hz. Muhammedin sahabeye, “İlim Müminin yitiğidir, bulduğu yerden alır,”   “İlim öğrenmek kadın - erkek her Müslümana farzdır” ve  “İlim Çin’deyse de gidip alınız” şeklinde Türkçemize çevrilebilen hadislerinin varlığı rivayet edilmektedir.  Bu hadislerin varlığına rağmen  Arapların ilim öğrenmeye pek fazla kulak asmammış  Oldukları görülmektedir. Bunun sebebi  okuma yazmayı sökebilmiş olanların alim olduklarının, Kuranın da ilim olduğunun zannedilmiş olmasıdır. Bu gün bile galat-ı meşhur olarak kullanılan İslam alimi  lafının o zamanlrdan galat olduğu anlaşılmaktadır.   Nitekim  Hz. Ali’nin “Bana bir harf öğretenin 40 yıl kölesi olurum” demiş olduğu rivayet edilmektedir. 
Fuat Sezgin, Müslüman Arapların Emeviler zamanından itibaren İslamiyet'in yayıldığı yabancı ülkelerde, eski âlimlerinden kalmış olan kitapların,  Arapçaya tercüme edilerek okunmaya başlanmış olduğunu yazmıştır.
Emeviler zamanında başlayan tercüme hareketleri, Abbasi Halifelerinden bir kaçı müstesna  diğerleri tarafından teşvik edilmiş ve Müslümanlar bir kaç nesil devam eden ilim öğrenme sürecinden sonra,  göklerdeki ve yerdeki ayetleri de okumakla görevli olduklarını idrak edebilmişlerdir. Nitekim,  Cabir bin Hayyan’ın “Allah İnsana kâinatın bütün sır perdelerini yırtacak kabiliyeti vermiştir” demiş olmasından sonra, Abbasi Halifelerinden Me’mun (813-833)  Bağdattaki “Beyt el- Hikme”  denilen akademiyi kurup, orada  matematik, astronomi ve coğrafya ağırlıklı olarak,  bilimsel keşiflerin yapılmasını desteklemeye başlamıştır. İslam uygarlığı da onların sayesinde “Altın çağını” yaşamıştır.  Buna  rağmen, Cahiliye Devrinin cehaletini muhafazakarlık adı altında devam ettiren Arapların cahil kalabalığına şirin görünmek isteyen  Abbasilerin 10. Halifesi Ca’fer El- Mütevekkilin, (847- 861)  Beyt el-Hikmede  göklerdeki ve yerdeki ayetleri okumaya çalışan (Bilimsel araştırmalar yapan) bilginleri oradan kovarak  onların yerine “din alimlerini” yerleştirmiş olmasından itibaren,  Kur'an ayetlerinin yerine,  İmam saydıkları kimselerin İslam'ı anlayışlarına biat etmek suretiyle, paramparça olmaya başlayan İslam âlemi,  800 yıl devam eden gerileme sürecine girmiş ve zamanla bu günkü zelil duruma ve hatta, Bakara suresinin 85. Ayetinin ifadesiyle “REZİL” duruma düşmüştür.    İslam âleminin gayrimüslimlere muhtaç olarak yaşamasından rahatsız olmayanların varlığı da rezaletin katmerlisidir. 
Milattan önce  570-495 yılları arasında yaşamış olan Pisagor’un İslamiyet ile ne ilgisi var? Diyenler çıkabilir Onlar  İslam'ı  anlamamış olan kimselerdir. Sırası gelince o konuyu da ayrıntılı bir şekilde yazacağım; ama,  şimdilik şu kadarını hatırlatmak isterim ki: İslam,  ilk defa Hz Adem’e vahyedilmiş olan Hak dinlerin, Son kez de Hz. Muhammed'e vahyedilmiş olanıdır. Hz. Adem  ile,  Hz. Muhammed’in yaşadığı zamanlar arasında (ki bu zamanın 300 bin yıl olduğu tahmin edilmektedir),  muhtelif kavimlere zaman zaman peygamberler gönderilmiş olduğunu (ki bunların 25 tanesinin adını da)   Kur’an'dan okumaktayız. Gönderilen her Peygamberin  insanlara Hak dinin ritüellerini tebliğ ettiğini de yine Kur’an'dan öğrenmekteyiz. İnancımıza göre hiç bir mahluk Yaratan'ın gözetiminden azade değildir... 
Bunları yazarken, hiç kimsenin inanç sistemini eleştirmek niyetinde olmadığımı da peşin peşin söylemiş olayım. Maksadım ve niyetim: Müslim – gayrimüslim, deist (dinsiz) ya da ateist (tanrıtanımaz) vs olsun, fark etmez, makalelerimi okuyanlara,  Kur’an’ın  bir  bilim kitabı olmadığını;   fakat insanların tamamına; yani, Kıyamete kadar gelecek olan nesillerin hepsine,   bilgi öğrenmelerini emredecek  ve onlara bilgi öğrenmelerinin yolunu da haber verecek olan,  Hak dinlerin son kitabı olduğunu da yine,  Kur’an ayetlerine dayanarak yazmaktan ve hatırlatmaktan ibarettir.  

İslam, BİLİM Değil, Fakat  İnsanları Bilgilendirme Stratejisine Sahip Olan,  Mükemmel  Bir DİNdir.
Maide suresinin 3. Ayetinde gayet açık olarak anlaşılabilen üç cümle vardır. Okuyalım:
● “Bugün sizin için, DİNİNİZİ kemale erdirdim.   Nimetimi Tamamladım.  DİN olarak İSLAMI beğenmenize razı oldum.” 
Al-i İmran suresinin 7. Ayetinde  “müteşabih ayetlerin ardına düşen insanlar kınamış,  İLİMDE derinleşmiş olanlar ise tasvip edilmişlerdir. Okuyalım: 
●”Sana kitabı indiren O’dur. Kur’an'ın bazı ayetleri muhkemdir.  Onlar Kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir.  Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onun olmadık yorumlarını yapmak için, müteşabih ayetlerin ardına düşerler.  Oysa,  onun gerçek manasını ancak Allah bilir. İLİMDE derinleşmiş olanlar , « Ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır»  derler.  Ancak akıl sahipleri düşünüp anlar.”
Ta-Ha suresinin 114. Ayetinde insanlara  “Kur’an'ı okumakta acele etmemeleri, önce ilimlerini artırmayı dilemeleri emredilmiştir.   İlimde derinleşmenin sonu yoktur. Fakat her insanın yaşadığı zamana göre, bilinmiş olan bilgilerin tavan seviyesi vardır.  İnsanlar   O bilgilerin tamamına vakıf olmasalar bile,   kitap okuyarak ve ders dinleyerek o bilgilerin varlığından haberdar olabilmektedirler. Böylece Müslümanlar yaşadıkları zamanın bilgilerinden haberdar olarak, Kur’an'ı okudukları takdirde,  Kur’an ayetlerini anlayabilmekteki  vukufiyetleri artmış olacaktır. 
Allah, müteşabih ayetlerin ardına düşen kimseleri kınamış olduğuna göre, Akıl sahibi olanların, ilimde derinleşebilmeleri için okuyacakları ayetler muhkem ayetler olmalıdır. Hangi ayetlerin muhkem , hangilerinin  müteşabih olduklarını da,  Ankebut suresinin 20. Ayeti haber vermektedir. Okuyalım: 
● “De ki: «Yeryüzünde dolaşın da Allah'ın başlangıçta yaratmayı nasıl yaptığına bakın». Sonra Allah aynı şekilde,  ahiret alemini de  inşa edecektir. Şüphesiz Allah'ın gücü her şeye hakkıyla yeter."
Allah insanlara “yeryüzünü dolaşarak yaratmaya nasıl başlandığına  bakmalarını” emretmiş olduğuna göre,  yeryüzündeki ayetler muhkem ayetler olmalıdır. Sonra Allah Âhiret âlemini de yeryüzüne müteşabih olarak yaratacağını da haber vermiştir. Bu durumda yeryüzündeki ayetlerin muhkem, yaratılacak olan ahiret âlemiyle ilgili ayetlerin de müteşabih olacağı açıkça anlaşılmaktadır. Fakat Allah, sadece yer yüzündeki ayetlerin değil göklerdeki ayetlerin de  muhkem ayetler olduğunu daha başka ayetlerle de,  tekrar tekrar  haber vermiştir. Mesela  Casiye suresinin 3. Ayetini Okuyalım:
●”Şüphesiz göklerde ve yerde inananlar için ayetler vardır.”
Allah göklerdeki ve yerdeki ayetlerin varlığını müminlere haber vermiştir;  ama sadece haber vermekle kalmamış o ayetleri insanların emrine vermiş olduğunu da hem Casiye suresinin 13. Ayetinde Hem de Yunus suresinin 101. Ayetinde ikaz etmiştir. Okuyalım:  
●(Casiye/13): “Göklerdeki ve yerdeki her şeyi kendi katından (bir nimet olarak) sizin hizmetinize verendir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ayetler vardır.”
●(Yunus /101): “De ki: «Göklerde ve yerde neler var, bir baksanıza»  Fakat ayetler ve uyarılar, inanmayan bir topluma hiçbir fayda sağlamaz.”
Allah insanlara göklerdeki ve yerdeki ayetlerle ilgilenmeyenleri de,  Yusuf suresinin 105. Ayetiyle kınamıştır. Okuyalım:
● ”Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki,  yanlarına uğrarlar da onlardan yüzlerini çevirerek geçerler.” 
Allah, Bakara suresinin 117. Ayeti de dahil olmak üzere, Kurandaki  250 den fazla ayette  “göklerdeki ve yerdeki ayetleri YARATMIŞ olduğunu haber vermiş ve Alak suresinin 1. Ayetinde de:
● “Yaratan Rabbinin adıyla oku”. Buyurmuştur.

Değerli okurlarım, 
Yukarıdan beri gözden geçirdiğimiz Kur’an ayetlerini analitik düşünerek “OKU”duğumuz takdirde,   Yaratan Rabbimizin bize  dünyadaki  fani hayatımızı yaşıyorken, ahiretteki ebedi hayatımızı yaşayacağımızı da unutmamamamızı; fakat ahiretle (Cennetle- cehennemle Hesap günüyle  vb.) ilgili olan müteşabih ayetlerin ardına düşerek fitne çıkaranlardan olmayıp, göklerdeki ve yerdeki muhkem ayetleri okuyarak ilmimizi artırmamızı  emretmiştir.  Fakat ne yazık ki dünyadaki muhkem ayetleri okumayı umursamayıp, öte dünya ile ilgili olan müteşabih ayetlerin ardına düşerek fitne çıkarmakla meşgul olanların yüzünden,  gayrimüslimlere muhtaç ve rezil olarak yaşamayı Müslümanlık zannetmiş olan insanlara,  bunu anlatmak mümkün değildir.    Çünkü onlar, analitik düşünmekten aciz oldukları için , göklerdeki ve yerdeki muhkem ayetleri okumayı bidat zannederek ,  Okuyanların da kâfir olduklarını ilan etmiş oldukları için, kendileri  cahil kalmış  ve Ta-Ha suresinin 114 ayetine  muhalefet ederek (ilimlerini artırmadan)  Kuranı okumaya kalkışınca ayetlerin verdiği mesajları anlayamadan, tilavet etmekle yetinmişlerdir. O sebepten Bakara suresinin 85. Ayetinde:
● “.........Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden bunu yapanın cezası, dünya hayatında rezil olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise onlar azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.” Buyurulmuş olduğunu bile anlayamamaktadırlar.

Bu günkü Makaleme son vermeden önce bir hususa daha dikkatinizi çekmek istiyorum.  Casiye Suresinin 3. Ayetindeki Arapça kelimeler ve Türkçe karşılıkları şöyle yazılabilmektedir:

“İnne:.................  Bu kelime, kesinlik ifade eden bir zarftır ve bu cümlede şüphesizliği ifade etmektedir..
Fi-ssemavati: ..... göklerde vardır
Vel-ardi :............ yerde
Leayatin :............ ayetler 
Lilmu/minin(e):.. inananlar için.

Buna göre, bu ayetin Türkçesi şöyle yazılabilmektedir:
“Şüphesiz göklerde ve yerde inananlar için ayetler vardır”.

Hal böyleyken,  kendilerine İslam âlimi denilen zevatın yazdığı tercüme ise şöyledir:

“Şüphesiz göklerde ve yerde inananlar için (Allah'ın varlığını ve birliğini gösteren) nice deliller vardır.”

İslam âlimleri denilen zevat, İslam'ı (haşa) Allah’tan  daha iyi iyi bildikleri için, O’nun (haşa) eksik bıraktığı kelimeleri parantez içinde ayete eklemekle kalmamış, bir de  “ayetler” kelimesini beğenmeyip, onun yerine yine kökü Arapça olan “ nice  deliller” kelimelerini de koyarak,  O güzelim ayeti  kendi kafalarına göre,  ne hale çevirmiş olduklarını  görmüş olmalısınız. Onlar bunu yapmakla, Enam suresinin 115. Ayetine muhalefet ettiklerinin farkında bile olmayan “zâlimlerdir”. Okuyalım:
● “Rabbinin sözü doğruluk yönüyle de, adâlet yönüyle de mükemmeldir. O'nun sözlerini değiştirebilecek hiç kimse yoktur. O her şeyi hakkiyle işiten, kemâliyle bilendir”.

Kur’an'ın  Türkçeye çevrilmesini emreden Mustafa Kemal Atatürk’e Allah’tan Rahmetler dilerim. Ruhu şad olsun, Işıklar içinde uyusun. Amin...
 Saygılar...