AMA FAKAT YENİ BİZLER

AMA FAKAT YENİ BİZLER

Törensel diyebileceğimiz bir çok eylemlerde, kurguya göre farklılık gösterse de, usül ve hissediş olarak aynılıklarımız çok fazla.

Bizden söz ediyorum.
Ustam Hasan Hüseyin’in “susa susa biriktirmiş koskoca Anadolu”diye nitelediği bizden.

İfadede coğrafya dar tutulsa da, anlam hepimizi kapsıyor diye düşünüyorum. Trakya, Orta Asya, Orta Doğu’daki dil ve kültürel etkileşimli bütün unsurlarımız bu biz’e dahil.

Biz ne yaparız, biz nasıl düşünürüz, biz nasıl üzülürüz gibi başlıklarını çoğaltabileceğimiz konularda başkalarından farkımıza dair eskiden çok şey söylenebilirdi. Şimdi çok şey söylenebilir dersem yalan olur.

Bu yaz Diyarbakır’a da uğradım. Dolmuşta sohbete tutuştuğumuz genç bir kardeşime “Diyarbakır’ın en fark yaratan özgün yanı sizce ney” dediğimde aldığım cevap hüzün yarattı bende. “Yok ki abi, sosyal medya veya para Paris’te neye sebep oluyorsa, İzmir’de, Ankara’da, Trabzon’da, Kars’ta neye sebep oluyorsa, Tokyo’da veya Diyarbakır’da da ona sebep oluyor. Yani olan özgünlüğü de törpülüyor.”

Şehri şöyle bir kolaçan ettiğimde, diğer her yere benzerlik adına çok fazla hatta aşırı kanıtlar görmüştüm. Giyim kuşam tercihlerinden tutun, caddelerdeki dükkan adlarına, reklam içerikleri ve yöntemlerine kadar her şehrimizde görebileceğimiz aynılıklar vardı.  

Surlar olsun, özgün diğer tarihi yapılar olsun her yerde olduğu gibi olanı biteni hüzünle seyrediyordu. Bir ara Ahmed Arif ustamın heykelini gördüm. Vardım yanına, dikkatlice baktım. Surların eteğinde, “seni Diyarbakır gibi özlüyorum” diyen yüreğin çağrışımına eremedim. Yine de orda bir şairin gökyüzüne söylenen türkü gibi duruyor olmasından gönendim doğrusu.

Coğrafya insanın kaderidir denir ya, inanırım. Coğrafya dediğimiz, yaşantı bohçasına yani hayat alanlarındaki koşullara göre davranış, keyif ve yeteneklerimizin geliştiği, ışığına, ısısına ve doğal imkanlarına göre maddi veya manevi kültür oluşturabildiğimiz gerçeğinden yola çıkılarak öyle denmiş.  

Şimdi bakıyorum da, ilkel yaşam koşullarına sahip topluluklar dışında, dünya insan nüfusunun yarıdan çok fazlası doğal koşulların etkisi en aza indirilmiş şehirlerde yaşıyor hale geldi. Şehir demek, temel ihtiyaçların fabrikasyon üretimi, belli sistemler ile dağıtımı yapılır haldedir. Bunların ticaret döngüsü ise birbiri ile iç içe geçmiş, neredeyse tamamı teknolojik imkanlarla işleyen yapıların döngüsüyledir.

Ne yazık ki, tüketilenin (temel gıdalar dahil) üretim sürecinden insanların bihaberliği cehalet boyutuna varmış, kaynakların rezerv durumu ve kalitesi dahi umurlarında olmaktan çıkmıştır. Sanal ortamın işaretsel dilini gerçek gibi aktaran, üretileni yalıtılmış yaşam alanlarına taşıyan zincirleme işleyişin sahipleri dahi üretim/tüketim çılgınlığının mağduru olmaya başlamışlardır.  

İnsanların, kullandıkları veya tükettikleri her şeye bağımlılıklarının arttığını saptayan araştırmalar, bozulmuş doğal dengeyi bulmak yerine, hastalığa ilaç misali dozu ve üretimi artırmış, tüketimi kışkırtmış, sanal devinimin hızı da insanın doğal coğrafyasıyla etkileşimi imkanını ortadan kaldırmıştır. Bunun yerine, yazısı (metin yüzdesi) gittikçe azalan, görselliği pırıltılı, bedensel zahmete ihtiyaç duymayan sanal paylaşım örgüsü ikame edilmiş. Duygudan düşünceye, düşünceden fikre (hatta tefekküre) kadar birbirini etkileyen işleyiş ortadan kalktığı gibi insani hareketlilik dahi tehlike derecesine gerilemiştir.

Fazla evhamlı olduğum sanılsın istemem ancak bazı temel duyguların köreldiğini de düşünüyorum. Tasarlanmış odalarında, teknolojik imkanların dışında hiçbir şeye veya kişiye ihtiyaç duymadığını düşünmeye başlayan insanın, şimdilerde buna tam inanmış gibi. Yardımlaşma angarya sayma, yalnızlığı kader bilme gibi, dokunmadan uzak, sevmeden uzak, paylaşmayı unutmuş, vicdanı, merhameti kişiliğine veya kaba çıkarlarına zarar sayan insanın anlam ile buluşması mümkün müdür?

Değildir değil.

Davranışlar, hastalıklar ve sorunlar kadar üretim çeşitliliği de arttı. Arttı artmasına da, “abur cubur” hayatlar diyebileceğimiz, asalaklığı, düzensizliği, düzeysizliği, günübirlikçiliği, çalıcılığı, dolandırıcılığı akıl ve zekanın yoğun müdahil olduğu beceriden sayanların dünyasına evrilmekteyiz.  

Her koyun kendi bacağından asılırcı, gemisini kurtaran kaptancı, altta kalanın canı cıksıncı yaklaşım, idealizmi çürüttüğü gibi, insanın ruh dengesini de allak bullak etti.  Ne yazık ki, dünyanın kaynaklarını hakimiyeleri altında tutmak isteyen üst akıl toplulukları yasa koyarken de “bir nalına bir mıhına vurmayı” etik açıdan hak saydığı gibi, taşkınlıkların önüne geçtikleri savıyla anlamlı buluyorlar. Üstelik,
onların bu çabalarına minnet duyulmasının ard alan çalışmasını da yapıyorlar.

Ben basit düşünüyorum; sayısı sekiz milyara yaklaşan dünya insanları ekranlarının başında, insan öldürülmelerini canlı izliyorlar artık. Yerle bir olmuş binaları geçtim, parçalanmış insan cesetleriyle oynaşan işleyişe, itiraz veya eleştiri alacağı yerde, herkes kendince sosyo-ekonomik gerekçe üretiyor, onay veriyor.  Ben hastalık diye buna diyorum işte. İnsan şöyle bir düşününce, Ortaçağ’daki cadı avcılığı saçmalığından daha beter algılıyor olanı biteni.

Başa dönersek, “biz ne yaparız, biz nasıl yer içeriz, biz neleri nasıl düşünürüz” sorularına, şimdiki gerçeklerimiz oylumunda hangi tür cevaplar verebiliriz diye düşünen canların Diyarbakırlı kardeşimin işaret ettiği dünyadaki tekdüzelikten bağımsız herhangi bir özgünlükten söz edebileceğini sanmıyorum.

Bu durum iyi mi kötü mü bilemem ancak şu bir gerçek ki, artık her birimiz kendimizin dışımızdaki herkese benziyoruz. Avatarlarıyla aşk yaşayan insanın, düşünsel coğrafyasına anlamlı benzerliğinden söz edilenilse de kerhendir. Artık yeni kuşağın şehirlerdeki doğal çevredesi teknolojik manipülasyon ortamı gibi gözüküyor.

Bu hafta okuma listemde Milli Mücadelemizin silahlı gücünün çekirdeği Kuvayi Milliye’nin geliştirilmesi, Istanbul ve Ankara arasında etkili muhaberede çok büyük işler başarmış Karakol Cemiyeti’nin yönetici kadrosundan Yeni Bahçeli Şükrü’n daha önce gazetelerde de yayımlanmış anıları vardı. Çok şey var önemli bilgi niteliğinde. 225. Sayfanın sondan bir önceki paragrafında çeşitli ihmal ve hayalardan ötürüdür diyor ki “kurdu öldürene sürütürler.”

Bizler, “tuttum bacağından, öptüm dudağından” havasında daha bilincimiz ve irademiz özelinde iğdiş edilirken lambur lumbur öykülerin ebediyete göçmüş sıradan kahramanlarının çilesinin yanında hayatın anlamı, herkesin birbirinden sorumlu olduğu bilinci boy vermişti.

Lambur lumbur öyküleren biriyle daha yazıyı da sonlandırayım.

Bu defa Almanya’da ömrümün çoğunu harcamış bir akrabamın heyecanla ve doyumsuz keyifle sürüklediği sohbete dahil olmuştum. Aklımda kaldığı kadarıyla, yakın köylerimizden bir büyüğümüzün babası Hakka’a yürümüş, o da babasının cenaze törenine katılmak için acil ve uçakla gurbetten sılaya gelip karışmış hüzünlü telaşa.
Bizim oralarda, bir kişi Hakka yürüdüğü andan itibaren, bilenlerin eşgüdümünde cenazeyi paklamak için su ısıtılır, kazma takırtısı dediğimiz yemek hazırlanır, kefen biçilir, mezar yeri eşilir. Her iş yaklaşık aynı zamanda bitmesi gerektiği sebebiyle bazen sesler yükselebilir, sinirler uykusuzluk, acı ve kargaşa yüzünden gergin olabilir. Fakat genelde dikkatli ve sabırlı büyükler sayesinde sırlama ve toprağa verme görevleri sorunsuz tamamlanır.
Hakk’a yürüyen kişilerin birincil derecede yakınlarına bu işlerde olabildiğince görev düşmez. Bu durum geleneksel olmakla birlikte ilkesel bir kabul edilmiş değildir. Bunun temelinde acılı oldukları, ellerinin işe kalkmayacağı ve o an için başaramayacakları gerçeği yatar.
Nasıl oldu ise, gurbetten gelen büyüğümüze de, yanına bir kişi alması önerilerek köyün ortasındaki çeşmeden kazana su doldurup getirmesi görevi verilmiş. Ortalık kar kış, biraz da özensiz ifade ile önerilen görev için sokranan (gönülsüz ve az da direnen) abimiz, yanındaki sözü geçen bir yakınına dönüp, “ula gardaşım şu Hasan abiye söyle, cenaze sahibinin çalıştığı nerde görülmüş” demiş.

İnsanı anlarken olduğu kadar severken de lazım şu beş kuruş etmeyen şeyler.

Umudun gözelerini görünür etmeye devam edelim istiyorum.

Umutsuzluk insanın kendisine hakaret değil midir?
Hatta ihanet.

Gerçeğe hü.

Abbas Turan
09.02.2024



Anahtar Kelimeler: FAKAT BİZLER