ALLAH’I İŞİMİZ DÜŞTÜĞÜNDE Mİ ANANLARDANIZ?

ALLAH’I İŞİMİZ DÜŞTÜĞÜNDE Mİ ANANLARDANIZ?

Dinî ve manevî değerlerin güçlendiği mübarek ramazan ayı münasebetiyle bu haftaki yazımı farkı bir bakış açısıyla değerIendirmek ve yazmak istedim.
Amacım kimsenin imanını veya inancını sorgulamak değil elbette. Kimse kimsenin imanını ölçmeye yetkili de değildir zaten, kalpte olanı bir tek Allah bilir! 
“Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gaybını bilendir. Şüphesiz O, göğüslerin özünü (kalplerde olanı) hakkıyla bilendir.” (Fâtır Suresi 38. Ayet)
Önemli olan insanın kendini bilmesi ve kendini sorgulamasıdır. İnsanın yalnızca kendi kusurlarını, yanlışlarını görüp doğruya yönelmesi kendi varlığını anlamlandırabilmesi ve sürdürebilmesi açısından önemlidir.
Kimi insanlar da vardır ki bol bol zikir çeker, bolca ibadet ederler. Tek gayeleri sevap kazanmak ve neticesinde cennete girmektir. Bazı insanlar da vardır ki Allah’tan gayrı bir şey düşünmezler ve tek amaçları, yaptıkları ibadetler ile Allah’ın rızasını kazanmaktır. Bazı insanlar da sıkıntıya düşmeden ya da bir ihtiyaçları olmadan Allah’ı hatırlamazlar. Sadece zor anlarda Allah'a dua edip, rahata kavuştuğunda ise Allah'ı unutuverenlerdir. İnsanların Allah’ı unuttuğu zamanlar da sıkıntılarını geçtiği, işlerinin iyi gittiği zamanlardır. 
“İnsana bir zarar dokunduğu zaman, gönülden katıksızca yönelmiş olarak Rabbine dua eder. Sonra ona Kendinden bir nimet verdiği zaman, daha önce O'na dua ettiğini unutur…”(Zümer Suresi, 8. ayet) 
Ebû Hüreyre (r.a) ifadesine göre Peygamber efendimiz (s.a.v.) 'Kim, sıkıntı ve darlık anında Allah'ın kendisine icabet etmesini isterse, rahat zamanında çok dua etsin.' buyurmaktadır. Sadece zor zamanlarda değil, rahat, huzurlu, mutlu olunan zamanlarda da beş vakit namazın dışında da bol bol Allah'ı hatırlamak gerekmektedir.
Allah'a her zaman samimiyetle dua etmek, yardımı, iyilik yapmayı, tatlı dilli, güler yüzlü olmayı ve sadaka vermeyi ihmal etmemek ve Allah'ın varlığını biran olsun akıldan çıkarmamak gerek.  
Hepimiz bu hayatta imtihandayız. Yaşantımız süresince hepimiz iyi ve kötü zamanlar geçiririz. Ancak zorlu, sıkıntılı, sancılı zamanların da sonsuza dek sürmeyeceğini, geçeceğini ve kolaylığın mutlaka geleceğini de biliriz. Bu nedenle Allah'ın her zaman bizimle olduğunu, iyi zamanlarda da zor zamanlarda da yalnız olmadığımızı daima hatırlamalıyız.

Konumuzla ilgili çok beğendiğim bir hikâyeyi sizlerle paylaşmak istiyorum. Kıssadan hisse belki herkes yüreğini eline alıp kendi içine bir bakar kendine düşen payı alır…
*
Âşık bir çobandı o. Sevgilisinin isminden başka bir şey bilmediğinden mi, konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez, arkadaşı anlatıyordu onun halini yaşlı adama:
“Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim” diyordu, “yemiyor içmiyor, işi gücü, gecesi gündüzü, havası suyu o kız oldu sanki. Ne desem kâr etmiyor, son bir çare diye geldik size. Halbuki ‘Sen bir garip çobansın, o padişahın kızı, davul bile dengi dengine’ dedim ya, dinlemiyor efendim, ama herhalde aşkın gözü kördür diye de buna diyorlar, değil mi efendim...”
Yaşlı adam bu esnada gözlerini dikmiş, iskeletinin üstüne deriden bir zırh giydirilmişçesine zayıf, çelimsiz, saçı sakalına karışmış, uzaklara dalıp dalıp giden, gözlerinde aşktan gayrısı kalmayan diğer çobanı süzüyordu. Sonra bir ah çekti, yüzünü nefes almadan konuşmasını sürdüren delikanlıya çevirip tebessüm etti.
“Kolay evlat kolay” dedi, “çaresizseniz çare sizsiniz.” Ve tane tane anlatmaya başladı.
İki genç çobanın, çökmek üzere olan bu kulübesinde dertlerine derman aradıkları ihtiyar adam, aslında padişahın bütün dertlerini paylaştığı, her meselesini danıştığı bir bilgeydi...
Yıllar önce padişah kendisini tanıyıp sevdiğinde bir tek şey istemişti ondan; burada yaşamaya devam edecekti ve kimsecikler bilmeyecekti kim olduğunu. O günden beri de bu kulübede yaşıyor, gelen geçene ikram edip, gül alıp gül satıyordu.
Padişahın kızının aşkıyla eriyip muma dönen genç çoban ve yanındaki kadim dostu nereden bilebilirdi bu garip ihtiyarın padişahın gönlüne sultan olduğunu.
Âşık genç, ihtiyar adamın anlattıklarını dinledikten sonra, her şeyin bittiği anda başlayan son ümide sımsıkı sarılanların o saf ve tertemiz teslimiyetiyle, “Sahiden bu kadar kolay mı efendim” dedi, “yani o mağarada elimde tesbih, kırk gün Allah dersem sevdiğime kavuşabilir miyim, onunla evlenebilir miyim?”
“Evet” dedi bilge, “kırk gün o mağarada gece gündüz Allah diyeceksin, kırk gün sonra padişahın kızı senindir.”
İki dost hemen yola çıktılar, âşık çobanın yüzüne kan, dizlerine derman, yüreğine yeniden can gelmişti. Arkadaşına sarılıp, elinde tesbih, gönlünde aşk, yüzünde ümit çiçeklerinden örülme bir tebessüm, mağaranın yolunu tuttu. Varır varmaz hiç vakit kaybetmeden diz çöktü, dualar etti, gözlerini kapattı, kalbini padişahın kızına bağladı, eline tesbihi aldı ve dudakları kıpırdamaya başladı: “Allah, Allah, Allah...”
Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tesbih taneleri gibi kovalayadursun, mağaranın yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan sarmıştı. Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece gündüz Allah diyen gençten bahsediyordu. Cami çıkışında ihtiyarlar, çeşme başında kadınlar, tarlada işçiler, top oynayan çocuklar, herkes onu konuşuyordu:
“Şu karşı mağarada bir genç varmış, kendini Allah’a adamış, gece gündüz durmadan Allah diyormuş, Allah Allah...”
Âşık dostunun ne halde olduğunu merak eden genç çoban, mağaraya geldiğinde üç hafta geride kalmıştı bile. Bizimkinin gözleri kapalıydı, dudaklarının da kıpırdamadığını görünce, uyuyakaldı herhalde diye düşündü. Tesbih tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya devam ettiğini görünce de, bu nasıl uyku diye sordu kendi kendine.
Bu sırada gözlerini açan genç adam, karşısında arkadaşını görünce, günlerdir yalnızlığıyla paylaştıklarını birbiri ardına anlatmaya başladı: Kırk günün yarıdan fazlası geçmişti, o durmadan Allah diyordu, ama ne padişahın kızı vardı, ne bir haber, ne bir ümit kırıntısı... Acaba, diyecek oluyor, yutkunuyor, hayır diyor, tesbihine bakıyor, bir kalp gibi atan sağ elinin işaretparmağını sabitlemeye çalışıyor, avuçlarını sıkıyor, gözleri doluyordu.
Vedalaştılar. Ay ışığında dostunun gözlerine yayılan başkalık dikkatini çekmişti genç çobanın.
Âşık çoban yeniden eline tesbihini aldı, gözlerini kapattı, boynunu neye bağlayacağını bilemediği kalbine doğru büktü, dudakları kıpırdamıyordu artık, sustu gece, mağaranın duvarları sustu, tükendi her şey, hiç tükendi, an bitti, sadece bir söz kaldı: Allah...
Kırk günün dolmasına üç beş gün kala, mağaradaki dervişin namı bütün ülkeyi sarmış, nihayet sarayın koridorlarında konuşulur olmuştu. Meselenin aslını merak eden padişaha, bu insanların bir yerde sürekli kalmadıklarından, bulundukları mekâna bereket getirdiklerinden, ne yapıp edip bu dervişi ülkelerinde yaşamaya ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun bahsetti başveziri.
Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah, nasıl yapması gerektiğini bilemediği bütün zamanlarda yaptığı gibi, dağ kulübesinin yolunu tuttu. Hürmetle diz çöktü bilge ihtiyarın önünde. Derdini anlattı, derman diledi. Sarayının yanına bir saray yaptırmaktan, o dervişi veziri yapmaya, sancak ve tuğ vermeye kadar saydığı her şey, bilgenin “Hünkârım, gönül erleri mala mülke, makama mansıba itibar etmezler” demesiyle son buldu.
Kaderdi bu, padişahlar ile köleleri aynı eteğin önünde diz çöktürür, birinin derdini diğerine derman eyler, ikisini de aynı tebessümle bahtiyar ederdi.
Güldü ihtiyar.
“Neden kerimenizin nikâhını teklif etmiyorsunuz sultanım?” dedi.
Şaşırma sırası padişaha gelmişti.
“Nasıl yani” diyebildi, “bu şerefi bize lütfederler mi, kabul ederler mi?”
Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç âşığın mağarasının üstünden... Padişah ve ihtiyar bilge en önde, arkalarında vezirler, onların arkasında halktan meraklı bir kalabalık ve en arkada da olup bitenlere bir mana vermeye çalışan âşık çobanın arkadaşı, mağaraya doğru yürümeye başladılar. Bu arada bizim âşık kendinden öylesine geçmiş, tespihiyle öylesine bir olmuştu ki, gelenler içeri girseler ve bir tesbihten başka bir şey bulamasalar şaşırmazlardı.
Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri girdi, ellerini birbirine bağladı, duyulması güç bir sesle, “Efendim” dedi, “sizi ziyarete geldik.”
Yavaşça başını çevirdi âşık, sonra bütün vücuduyla döndü, gözlerinde en ufak bir şaşkınlık emaresi yoktu, sapsarı bir heykel gibiydi. Herkes heyecan içinde... Vezirler, halk, genç çoban, mağara, tesbih, sessizlik, duvar... Hatta güneş bile batmaktan vazgeçmiş, kafasını mağaranın içine doğru uzatarak olan biteni görme telaşındaydı.
Padişah meramını anlattı, türlü tekliflerde bulundu. Ne saray, ne vezirlik, ne tuğ ne de sancak, hiçbirinde gözü yoktu dervişin.
“Efendim” diyebildi en son, sessizce, “benim bir kızım var efendim, zat-ı âlinize layık değil belki, ama lütfeder nikâhınıza alırsanız bizi bahtiyar edersiniz...”
Kırk günlük çile nihayet bitmiş, olmaz denilen olmuştu. İşte âşık maşukuna kavuşacak, murat hâsıl olacaktı. Bizimkinin arkadaşı sevinçten ağlıyordu. Soru ve cevap sanki bu soru sorulsun, cevabı verilsin diye yaratılmıştı. Sessizlik ilk defa bağırmak, haykırmak istiyordu ve bütün gözler genç adamdaydı.
Usulca doğruldu oturduğu yerden, etrafını şöyle bir süzdükten sonra, gözlerini padişahın gözlerine dikti, sarhoş gibiydi. Kendinden emin bir ifadeyle, “Hayır” dedi, “kızınızı istemiyorum.”
Birden ortalığı bir sessizlik kaplayıverdi. Padişah mahzundu, halk hayret içindeydi, vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyor, bilge tebessüm ediyordu. Âşık çobanın genç arkadaşı yaşlı gözlerini silip, birden ileri atılarak bozdu sessizliği. Dostunun yanına geldi, kulağına eğildi:
“Sen ne yapıyorsun” dedi, “kırk gündür bu çileyi ne diye çektin sen, neyi reddettiğinin farkında mısın?”
Güldü âşık çoban, gözleriyle ihtiyar bilgeyi aradı:
“A dostum” dedi, “ben kırk gün padişahın kızı için Allah dedim, Allah padişahla vezirlerini ayağıma getirdi. Ya bir de Allah için Allah deseydim...”
*
Kardeşliğin, gerçek dostlukların daim olduğu, sevgilerin kalplere dolduğu ve rahmetlerin yağmur gibi yağdığı, sabrın, cömertliğin ve yardımseverliğin zirveye ulaştığı, rahmet ve mağfiret iklimiyle dünyamızı kuşatan mübarek Ramazan ayının güzellikler getirmesini diliyorum.