Sultan Abdülhamit devri Osmanlı İmparatorluğunun iç ve dış politikaları açından oldukça zorlandığı bir süreç olarak tarihçilerce not edilmiştir. Sultan, Arap-Rusya, İngiltere-Fransa ve İtalyanlarca askeri ve diplomatik yollarla hizaya getirilmek istendiği bilinmektedir. Bu duruma karşın saltanat ve Osmanlı devlet ömrünü uzatmak adına ‘Din’ duygusunu ön plana sürer. İttihad-ı İslam” “ Pan İslamizim “ düşüncesini ideoloji olarak kabul eder ve bu uğurda mücadele etmeye başlar.(Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslamcılık)
İbn-i Haldun’a göre her devletin bir ömrü vardır. Doğar-Yaşar ve Yıkılır. Tıpkı insan misali, nitekim devlet-i Ali’yi yaşatmak için Osmanlı –Türk unsurlar, ekseriyeti Türklerden müteşekkil ordu mensupları Afrika ve Arap çöllerinde, Balkan ve Rus cephelerinde şahadet şerbetini içmişlerdir. Osmanlı devleti ve saltanatı bu mücadeleden galip ayrılamaz ve kaçınılmaz kader tecelli ederek yıkılır.
Dünden bugüne yıllar bir biri ardına, düşe kalka geçer, gün olur cemiyet hayatını deler geçer. Elde kala kala koskocaman Osmanlıdan Anadolu dediğimiz topraklar kalır. Halkın hafızası unutmaya meyilli olmasıyla ünlüdür. Hafızayı Beşer nisyanla mamuldür diye boşuna dememişler ya. Osmanlı satveti, ham demir misali, güç karşısında kırılır ve dağılır, yerine, yeni bir cumhuriyet kurulur.
Cumhuriyet devri bazı devlet ricali mensupları arasında devletin temellerini dine dayansın isterler, onlarca Şer’i (Edille-i şer’iye) esaslarına bağlı kalmak, devleti yeniden yükseltecekti. Kazım Karabekir Paşa ve kendine bağlı kişilerce öne sürülse de, müzakereler sonucu karar İslamcı kanadı hüsrana uğratır.
İslam devletler tarihi din temelli bir devlet modelini esas alırlar. Tarih boyunca iş başına gelen, halife, sultan ve padişahlar halkın dertlerine tek çözümün dini esasların tam ve eksiksiz olarak uygulanmasını isterler. Halk sızlanır veya sesli itirazlarda bulunurlarsa, suç, uygulamada ve vaaz edilen esaslarda aranmaz, tek suçlu insan-birey- halk ve cemaatlerde aranır. Oysaki başarısızlık veya başarı faktörleri çok daha derin ve köklü olabileceği düşünülmez, sorunları işitmemek adetten olur. Ya bir vezir veya bir sadrazam, paşa ve valiler nezdinde halk baskılanır, cezalandırılır. İktidar, haklı tenkitleri dahi işitmez yarı veya tam zamanlı despotik yapılar oluşturulur.
Oysaki İslam dini, sadece Müslüman topluluklara değil, yeryüzü insanlarına, zenginlik, hürriyet, adalet, refah, huzur, eşitlik vaat ederek müjdeler vermiştir. Lakin tarihsel uygulamalar bu umdelerin sözde kaldığını göstermiştir. Sosyal düzeni ancak ve ancak biz kurarız iddiasını korkusuzca ileri sürmüş dünyayı yeniden, biz, ihya ederiz diye cesurane mesajlar vermiş. Ama olmamış, başarılamamış, tarihte de ciddi olarak ara dönemler hariç üçte iki oranında başarısız bir devlet yönetimi egemen olmuştur. Müslüman kanı sebil gibi akmıştır. Kanayan yara kabuk tutmazmış, kan yine tarihte olduğu gibi akıyor.
Kanayan yara neden kabuk tutmuyor, neden İslam âlemi kan, revan içinde birbiri ile uğraşıyor, neden birbirlerini öldürüyor! Neden acımazsız iç savaş sürüp gidiyor, insanlar aç, sefil ve perişan bir şekilde yok ediliyor. Dış mihraklar yetmezmiş gibi iç odaklar toplum hayatına bela oluyorlar. Kim ve ne adına yapıldığı sorgulanmadan, yiğitçe öz eleştiri yapmadan, tarih, bütün gelişmelerini, iniş ve çıkışlarını, ihanet ve sadakatlerini objektif ölçülerle değerlendirilmedikçe İslam âleminin kurtuluş mümkün gözükmüyor.
Din duygusu, küçük aşiret ve toplulukları bir araya toplanmasını mümkün kılabilmesine karşın büyük cemiyetleri tek başına bir ara getirmesi mümkün olmadığını biraz sosyoloji bilgisi olanlarca bilirler. İslam devletleri tarihi de bu tezi destekler, nitekim Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Gaznenliler, Timurlular ve Osmanlılar, tarihin kayıt ettiği önemli devletlerin hemen hepsi de “Din” devleti sayılırlar, ama hepsi yıkılmaktan kurtulamadılar. Demek ki, din, tek başına milleti ayakta tutmaya yetmiyormuş. Çok daha başka şartların oluşması gerektiği tarih bize öğütler. Kalın Sağlıcakla.