Tarih: 05.09.2013 18:54

28 ŞUBAT NEDİR / NE KADARDIR

Facebook Twitter Linked-in

Toplumsal bir sözleşme ile oluşturuldu devletler; zımni bir sözleşme ve sesiz bir onayla belirginleşen bir kabullenişle devam etti. Devlet, muazzam bir örgütlenme idi ve bu örgütün yöneticileri ve yönetilenlerinin olması kaçınılmazdı. Yönetenler, yönetilenler olarak konumlanan zümrenin içinden çeşitli referanslara binaen çıkmış/çıkarılmış insanlardı. Sistem insanların hayrınaydı; lakin insan zaafları olan bir varlıktı. İktidarı elinde tutanlar, bir süre sonra yukarıda zikredilen sözleşmeyi çıkarları lehine bozmaya niyetlendiler ve bozdular. İşte ?meşruiyet? kavramı o zamanlar tartışılmaya açıldı. Diğer taraftan kendilerine haksızlık yapılmış, ezilmiş duygusu içerisinde alternatifler etrafında düşünenlerde bu iklimde ortaya çıktı. İktidarın tartışmaya açıldığı, meşruiyetinin sorgulandığı devirler başlayınca iktidara talip olanlarda, iktidara çıkmalarını bir meşruiyete dayandırmak adına çeşitli yollara başvurmaya başladılar. Bu arayışlarda en önemli ve en çok ziyaret edilen unsur din olmuştur. Peygamberlerin getirdiği dinlerin bozulmuş hallerini referans alarak veya kendi değirmenlerine su taşıyacak şekilde; istedikleri doğrultuda değiştirerek iktidarlarını kutsamışlardır. Bazen bunu kendilerini de dini/yarı dini bir hüviyete büründürerek yapmışlardır. Tarihte gördüğümüz ?Tanrı Kral, Rahip Kral vb.? unvanlar bu zihniyetin eseridir. Dolayısıyla bittabi din adamları da onun yörüngesinde yerini almıştır. Hindistan?da, Avrupa?nın birçok yerinde ve birçok devlette gördüğümüz sınıfsal yapılarda birinci ve ikinci sırayı ruhban sınıfı ve soyluların işgal etmesi bunun en önemli delilidir. Bu ittifaktakiler alt tabakaların sorunsuz bir şekilde yönetilmesini temin adına dini sistematik bir şekilde kullanmışlar; bunun maddi- manevi yaptırımlarını dünyevi ve uhrevi boyutuyla insanların karşısına dikmişlerdir.

 Tabii ki bununla da yetinmemişlerdir. Kendilerinden emin olmayan bu iktidar sahipleri paranoyak bir ruh halinde olduklarından işlerini sağlama almak (!) için düşünürleri de devreye sokmuşlardır. Aristoteles?ten demokrat bir toplumcu olarak nam salmış olan Gustave Le Bon?a kadar birçok batılı ve doğulu düşünür seçkinci bir zümrenin iktidarını kutsamaktan geri durmamışlardır. Nitekim Machivelli?nin prens/hükümdar?ı da bu durumun örneklerindendir. Türk ve İslam Tarihinde de iktidar çevresinde biriken düşünürlere de bu minvalde yakıştırmalar yapıldığını burada anti parantez belirtelim. Meşruiyetini ispata çalışan nice iktidarlar gelip geçmiştir Dünyadan. Bu iktidarlar seçkinliklerini korumak adına daha birçok yönteme başvurmuşlardır. ?İnsanların gözlerinin içine baka baka yalan söylemek? deyimi var ya bu şekilde betimlenecek sebepler sıralamışlardır. Nitekim Albeni reklamında olduğu gibi: albeni yemek için bahaneniz olması şart gücünüz varsa inandırıcı olmasına da gerek yok.

Devlet denen örgütlemede halkı düşman ve güdülmesi/ezilmesi hizmet etmesi gereken olarak tanımlayan imtiyaz sahibi seçkinler ele geçirdikleri iktidarlarını koruyabilmek, ellerinden kayan gücü ellerine daha sağlam bir şekilde alabilmek adına çeşitli zamanlar da güç kullanmayı da denemişlerdir. İstemedikleri, imtiyazlarına aykırı hareket eden/edebilecek yönetimlere veya ayaklananlara haddini bildirmek ve iktidarın gerçek sahibini onlara hatırlatmak adına darbeler yapmakta beis görmemişlerdir. Bunların bir kısmı isyan şeklinde de olmuştur. Netice de amaç aynıdır: imtiyazlarını korumak veya imtiyaz elde etmek. Lakin bunu hiçbir zaman bu şekilde ifade etmemişlerdir. Millet, devlet, din vb. kutsalların ve kazanımların korunması adına bunu yapmışlardır(!) Görünmeyen iktidarı oluşturan bu seçkinlerden hangi zümrelerin imtiyazlarına dokunulduğuna göre bu cephenin unsurları ve güçleri değişebilmiştir.

Nitekim Osmanlı Devleti?nde II. Osman(Genç Osman) amiyane tabirle kendini sistemin sahibi gören ve kurdukları haksız saltanattan olmak istemeyen tüm seçkinlerin ayağına birden bastığından, bedelini o devirde tahayyül bile edilmeyen bir şekilde ödemek zorunda kalmıştır. Osmanlı Devleti?nde sıkıntıları ortadan kaldırmaya matuf her ıslahat denemesinde imtiyazlarından olacaklarını düşünenler; önce ortamı hazırlarlar-fısıltı gazetesi, şayialar, iftiralar, fitne, kışkırtma, destek bulma benzeri faaliyetlerle- sonra da bu işten etkilenen;  eski düzenini yitirmiş, işinden başka her şeyle uğraşan yeniçeri taifesini silahlı güç olarak kullanıp öngördükleri müdahaleyi, darbeyi yapmışlardır. Dolayısıyla bilindiğinin aksine darbeler sadece yeniçeri marifetiyle yapılmamaktadır: işin içinde devlet adamları, saray kadınları, saray görevlileri, ulema taifesi, vezir, veziriazam, beylerbeyi, kazasker vs. olmak isteyip de olamayanlar vs. vardır. Yoksa İstanbul?da darbe yapmak yalnız başına yeniçerilerin haddine değildir. Nitekim şirazeden çıkıp da kontrolü kaybettiklerinde arkadaki güç odaklarının desteklerini çekmesiyle kolayca ortadan kaldırılmışlardır. Darbe yapanlar her devirde olduğu gibi sadece o dönemde değil ilelebet böyle düşüncelerin hayata geçirilmesinin önünü almayı da ihmal etmemişlerdir. Yukarıda belirtilen hususlar içerisinde ele alınabilecek bir durum olarak bir korku kültürü ile bunu yapmaya çalışmışlardır.

İşte 28 Şubat Post-Modern Darbeyi bu bağlamda düşünmek gerekir. Aynı enstrümanlar çağdaş versiyonlarıyla kullanılmış, biraz daha örtülü ama daha kapsamlı bir hareket olarak aynı hizipler aynı amaçlarla bu işe kalkışmışlardır. Nitekim darbe uzmanı oldukları bir iştir. Seçkinliklerini korumak, Cumhuriyet tarihi boyunca benzer usullerle uzak tuttukları zümrelerin iktidarını engellemek adına kullandıkları darbeleri konjüktürel olarak konuşlandırmışlardır. Amaç saltanatın devamıdır.

Yargılama süreci başlamış olsa bile bu darbenin etkileri sürüp gidecektir. Ayrıca bu darbenin sadece bir ?hükümet düşürme? basitliğinde ele alınması; darbenin iktisadi, sosyal, psikolojik yani bireysel ve sosyo-psikolojik süreçlerinin göz ardı edilmesi asıl unsurun unutulması anlamına gelir. Bütüncül bir mühendislik projesini kıyısından köşesinden yargılamak tarihi anlamda büyük bir hatadır?




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —