Ahmet Bey, çayını bitirir bitirmez ayaklandı. Elini cebine atacakken, Yusuf Ağa onun kolunu yakaladı:
“Dur bakalım,” dedi dost sesiyle. “Sen misafirimizsin. Hiç sana hesabı ödetir miyiz?”
Ahmet Bey, ısrar etmenin yararsız olduğunu biliyordu. O nedenle de bir didişmeye meydan vermemek için, durumu kabullendi. Yüzündeki buruk gülümsemeyle ikisini de selamlayarak:
“Peki,” dedi. “Bu seferlik sizden olsun. Çok teşekkür ederim. Şimdilik iyi günler, görüşürüz.”
O kahveden çıkıp uzaklaşırken, Yusuf’la Halil Ağa aynı anda seslenerek uğurladılar
onu:
“Hadi rastgele! Bir şey lazım olursa buradayız.”
Halil Ağa da Yusuf Ağa da doğma büyüme Akbüklü’ydüler. Aynı mahallede büyümüş,
aynı okulda okumuşlardı. Uzun yıllara dayanan bir arkadaşlıkları vardı. Kardeşten de öteydiler birbirlerine karşı.
Halil Ağa, uzun boyluydu. Kalıplıydı. Kırk beş yaşındaydı. Gözünden bile sakındığı bir kızı vardı.
Yusuf Ağa ise onun tersine kısa boylu ve tıknazdı. İkisi yan yana geldiklerinde, noktayla virgül gibi olurlardı. Halil Ağa, can dostundan iki yaş küçüktü. Onun da canı kadar sevdiği bir oğlu vardı.
İkisi de Ege şivesiyle konuşurlardı. İkisi de hoşsohbettiler. İkisi de kara yağız, yardımsever insanlardı. Ve ikisi de emekliydiler. Emekli parasıyla geçinemedikleri için, bağ bahçelerindeki meyve ve sebzelerini; zeytinlikteki zeytinleri toplayıp yarısını zeytinyağı yaptırır, diğer yarısını da salamura yapıp satarlardı.
Ahmet Bey’in de bu iki insana karşı içi ısınmıştı. Sevmişti onları. Gönüllerini almak için, ertesi sabah kahvehanenin önünden geçerken, bahçede oturan ağaların hal hatırlarını sormadan geçmedi.
Artık içine kapanık davranmamaya karar vermişti. En azından, bu güzel insanlarla iletişim kurmaya çalışacaktı.
O gün de yine limanda bağlı olan sekiz buçuk metre boyundaki Tezmarin adını verdiği teknesine binip denize açılacaktı. Tekneyi iskeleye bağlayan halatı çözmeden önce, teknedeki suyu boşalttı. Yakıtını kontrol etti. Sonra halatı çözdü. Can yeleğini giyip kaptan köşküne geçti. Motoru çalıştırıp yavaş yavaş denize açıldı ve bir süre sonra gözden kayboldu.
Şansına, bugün rüzgâr yoktu. Deniz çarşaf gibiydi. Bir de şansı yaver gidip bol balıkla dönerse, bugün ondan keyiflisi olmazdı.
Saatler ilerleyip 17.00’yi gösterdiğinde, limana döndü. Bir elinde malzemeler, diğer elinde balık dolu kovayla kahvehanenin önünden geçerken, bahçede oyun oynayan ağaları gördü.
“Kolay gelsin ağalar,” diye seslendi neşeyle. “Kim yeniyor?” Onu, kıkırdayarak Yusuf Ağa yanıtladı:
“Ben sayı olarak öndeyim. Beklediğim taş gelirse, okey atacağım ve oyun bitecek.” Halil Ağa, can dostunun bu kendinden emin yanıtına sinirlendi:
“Hadi oradan,” diye tersledi onu. “Daha oyun bitmedi. Ya beklediğin taş birimizdeyse?”
İki can arkadaşın tatlı atışmaları böyle sürecekken, Ahmet Bey araya girdi:
“Bugün deniz çok bereketliydi. Epey balık tuttum. Akşama ızgara yapacağım. Buyurun gelin.”
İki arkadaş, Ahmet Bey’in bu hiç beklemedikleri daveti karşısında çok şaşırdılar. Yelkenleri suya indirmiş, dostluk kapısını aralamıştı demek? Artık o kapıdan girmemek olmazdı. Bu nedenle de onun davetini memnuniyetle kabul ettiler.
“O zaman rakılar da benden,” dedi Yusuf Ağa. “Hiç itiraz kabul etmem, ona göre.” Halil Ağa hiç altta kalır mı? O da atıldı hemen:
“Sıcak tahinli helva ve karpuz da benden... Ben de hiç itiraz etmem. Hem de kendi bahçemden getireceğim.”
“Peki,” dedi Ahmet Bey. “Siz nasıl isterseniz.” Sonra da, “Geç kalmayın,” diyerek çekip
gitti.
Eve varır varmaz, büyük bir keyifle ızgaranın ateşini yaktı. İlk kez kendini mutlu
hissediyordu. Balıkları ızgaraya dizip yavaşça pişmeye bırakırken, koşup denizin kıyısına masayı, tabureleri koydu. Tabakları, çatalları, bıçakları dizdi. Buraya geldiğinden beridir, evinde ilk kez konuk ağırlayacaktı. Her şey eksiksiz, kusursuz olsun istiyordu.