Türk toplumu, Mete Han’dan günümüze , devleti yönetme hak ve yetkilerinin kutsallığı ile donatılmış boyun iradesi altında, egemenlik altına alınmış diğer boylar ile farklı etnik ve kültürel toplulukların, topluma ve dolayısıyla siyasete katılma süreçlerinin gerilimlerini yaşamaktadır.
İfade edilen durum, Türk tarihinin “Cihan hakimiyeti” anlayışının neticesinde, fetihçi geleneğinin doğurduğu bir sonuçtur aynı zamanda . Zira Türkler, “Doğu’da gün doğusuna, batıda gün batısına” fethederek egemenlik altına aldıkları bölgelerde, bir çok kavimle karşılaşmış ve bu kavimleri egemenlikleri altına almış ve onlarla kaynaşmışlardır. Bu nedenledir ki, söz konusu gerilim, Türklerin bir anlamda kendilerini buldukları; fethettikleri topluluklarla birlikte kendilerini tanımlar ve konumlandırır hale geldikleri ortak bir tarihi de ifade etmektedir.
Hele hele, siyasi iradenin kuruluşu, el değiştirmesi ve ya yeniden inşaası süreçlerinde, söz konusu gerilim, neredeyse tayin edici bir rol oynayacak kadar belirleyici olabilmektedir.
Türkler, Orta Asya’da iken, söz konusu gerilim, Türk toplumunu oluşturan çeşitli boylar arasında yaşanıyorken; İran ve Anadolu coğrafyasına hakim olduklarında; artık, devleti oluşturan farklı etnik ve kültürel kimliklerin egemenlik altına alınması süreçleri ile birlikte, Türklerin dışındaki etnik ve kültürel yapıların toplumsal ve siyasal hayata katılma ya da eklemlenme istek ve arzularının ortaya çıkardığı gerilimler, çatışmalar, uzlaşmalar; kut anlayışı nedeniyle “devlette hakim siyasi iradede beliren gerilimlere” eklemlenmek suretiyle yeni bir hal almıştır.
Türk toplumunun siyasi tarihi, bahsedilen olguların meydana getirdiği zenginliğin, etnik çoğulculuğun ve ama aynı zamanda ortak kaderde bir araya gelmek ya da stratejik ortaklıklar inşa etmek üzere meydana getirilen uzlaşmaların tarihidir.
Ancak ne yazık ki, fetihçi doğası gereği, Türk’ten başka toplumlarla uzlaşma ve ortak tarih inşası; devleti oluşturan asli unsurun ikinci plana itilmesiyle sonuçlanmış ve devleti oluşturan halkın ekseriyeti “Etrak-ı bi idrak”, “Türkmen” , “ Yörük”, “Oğuz” ve nihayet “Kızılbaş” adı altında aşağılanmış, ötekileştirilmiştir.
Öyle ki, siyasi iradeyi tesis eden ve devleti oluşturan Türk-Türkmen kitleler ikinci plana itilmiş ve devlet; bahsi geçen etnik unsurların siyasi gücünü arkasına alarak Hükümdarın etrafında kümelenen kesimlerin devleti haline gelmiştir.
Büyük Selçuklu Devletinde uzun süre vezirlik makamını işgal eden Nizamülmülk ve Nizamülmülk vasıtasıyla devlet bürokrasisine yerleşen kesimler, anılan durumun açık göstergesi olup; Selcuklu’nun güç kaybedip yıkılmasına neden olan Oğuz isyanlarının de temel nedenidir. Benzer süreç Anadolu Selçuklularında ve nihayet Osmanlılarda da görülür.
Alaattin Keykubat’ın devlet bürokrasisinde önemli görevler vermek suretiyle uzlaştığı Harezmli beylerin güç ve etkinliğine karşı, ölümünden sonra türlü entrikalarla küstürülerek devletten uzaklaştırılmaları, Anadolu’da Baba İlyas önderliğinde Devletin güç yitirip parçalanmasına yol açan ikinci büyük Türk –Türkmen isyanının siyasal zeminini oluşturmuştur.
Osmanlı dönemine gelindiğinde, Devletin merkezi bir imparatorluk haline gelmesine paralel olarak, mutlak merkezi otoritenin tesis edilmesine duyulan ihtiyaç nedeniyle, siyasi gücünü yönetimi altında bulundurduğu boy ve kabilelerden alan beylerin devlet bürokrasisindeki gücü kırılmış; aile ve toplumsal ilişki bağları koparılmış olan devşirmeler devlete hakim olmuşlardır.
Merkezi otoritenin te’sis edilmesinde ana eksen, bürokraside devşirmeye dayalı bir merkezileşme iken; Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da merkezileşmenin aksine, Kürt feodal beylerine özerklik tanımak suretiyle, Safevi tehlikesine karşı, İslamcılığa dayalı yeni ve güçlü bir siyasal ilişki tanzim edilmiştir.
Akkoyunlu Türkmenlerinin oluşturduğu tarihsel geleneklerin, merkezi siyasi otoritenin kuruluşunun ideolojisi olan İslamiyet ve İslami geleneklere adaptasyonunda karşılaştığı güçlükler ve özellikle Akkoyunlu toplumunu oluşturan Türkmen aşiretler ile Karamanoğulları beyliğinin Selçuklu varisliği iddiası, Türk ve Türkmen toplulukların siyasi gücü yerine, Osmanlıyla müttefik olabilecek yeni bir gücün ikame edilmesini gerektirmiştir.
Bu nedenle Fatih, İstanbul’un fethinden hemen sonra, Doğu Anadolu’ya yönelerek, Anadolu’da siyasi otorite kurmaya yönelen Karamanoğulları beyliğiyle ittifak halindeki, Akkoyunlu devletine son vermiştir. Pek doğal olarak, Osmanlı Devletinin giderek yükselen Safavi tehlikesine karşı müttefik arayışı; o tarihe kadar çoğunlukla göçebe bir hayat süren ve temel geçim kaynağı hayvancılık olan Kürt aşiretlerini ön plana çıkarmıştır.
Yavuz Sultan Selim dönemine gelindiğinde, Kürt aşiretler ve topluluklar; devletin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki siyasi otoritesinin tesis eden, Osmanlı egemenliğinin gerçekleşmesinin aracı unsurları haline gelmiş bulunmaktadırlar.
Yavuz sultan Selim’in İslami değerler ve inançlara aykırı geleneklere sahip gördüğü Türk, Türkmen kitlelerinin karşısına Kürt feodal beylerini , İslami inançlarını tahkim ederek konumlandırması; Türk tarihinin dönüm noktalarından birini oluşturmaktadır. Zira, bu tarihten itibaren Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da katı bir İslamcılık hakim olmuş; Kürtler, İslamlaşmak, önemli şehirlere yerleşmek ve burada kökleşmekle birlikte; Kürt feodal beylerin idaresinde, özerk Kürt yönetimleri ortaya çıkmıştır.
Fakat aynı zamanda, Selçuklu döneminde, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da büyük oranda Türk ve Türkmen kitlelerin yönetimi altında olup¸ Türki kimliğe sahip, Türk-Türkmen kitlelerin, diğer etnik unsurlarla birlikte yaşadıkları şehirlerin yönetimi ile şehirlerdeki ticari, ekonomik, sosyal ve kültürel faaliyetlerin Kürt feodal beylerin eline geçmesi; şehirlerin demografik yapısı ile birlikte ekonomik ve kültürel ilişkilerin de el değiştirmesine neden olmuştur. Şehirlerdeki medreselerde eğitim gören Kürt gençleri, İslami bilimlerle birlikte pozitif bilimlerle de tanışıyor; felsefe, edebiyat, sanatla iştigal eden bir topluluk haline geliyorlar ve böylece Kürdler, entelektüel alanda da gelişiyor ve hatırı sayılır ilim ve kültür adamı yetiştiriyorlardı. Öyle ki giderek Kürdi bir kimliğe doğru yol alan şehirlerde, gerçekleştirilen tarım, ticaret, zanaat gibi ekonomik faaliyetler sonucu, Kürt feodal beylerin uhdesinde hatırı sayılır sermaye birikimi ile birlikte entelektüel ve kültürel birikim de gerçekleşmiş; söz konusu birikim, Kürd fedolleri ile din adamlarının tekelinde, milli bir tarih ve kültürün de doğmasına ve gelişmesine neden olmuştur. Bu durum, Kürd toplulukların eğitimli ve zengin topluluklar haline gelmesine ve Türk Türkmen kitlelerin ise cehaleti ile sefaletine sebep olmaktaydı.
Esas itibariyle, Kürt feodal beylerinin İdrisi Bitlisi marifetiyle Osmanlı egemenliğine girişi ve yine İdrisi Bitlisi vasıtasıyla kendilerine babadan oğula geçmek üzere tasarruf edebilecekleri Yurtluk-ocaklık toprakların bahşedilmesi suretiyle, Osmanlı siyasi iradesine bağlanmalarının en güçlü motivasyon kaynağı, din ve dinin ideolojik muhtevasını oluşturan İslamcılık olmuştur.
Bütün bu tarihsel olgular ışığında toplumsal tarihimiz gösteriyor ki, Türk toplumu, içine aldığı bütün etnik ve kültürel unsurların var olma ve kendini duyumsatma mücadelesinde, meydana gelen tüm gerilimlere rağmen, siyasal tercihlerde bulunarak, farklı toplumsal kesimlerle muhtelif uzlaşmalar yaratarak bu güne kadar ayakta durabilme basiret ve yeterliliğini gösterebilmiştir.
Burada tercihler; rasyonel, stratejik tercihler söz konusudur.
Türk İslam dünyası üzerindeki manevi gücünden yararlanmak üzere, Halifelik makamını da etkisi altına alarak, İslam dünyasının liderliğine yönelen ve iktidarını Halifeye kabul ettirmek suretiyle meşruiyet sağlayan siyasi irade; İslam dünyası ile Türk dünyası ve yine İslam dünyası ile Anadolu arasında önemli bir mevki elde eden Kürt feodallerin gücünden yararlanmayı, Türkmen gücünden yararlanmaya tercih etmiştir. Zira, İslami geleneklere pek de uygun olmayan, geleneksel dini inançlara sahip olan Türkmen, Alevi, Kızılbaş toplulukların inanç ve yaşam pratikleri, merkezi otorite kurmaya yönelen Selçuklu ve akabindeki Osmanlı siyasi yapısının meşruiyetini sağlayan İslam ideolojisiyle uyumda zorluklarla karşı karşıya bulunmaktadır.
Bu nedenle, İslam coğrafyasında hakimiyet kurmaya yönelen siyasi iradenin, söz konusu muhalif Türkmen gelenekleri üzerinden siyasi hegomanya kurması, kurabilmesi mümkün görünmemektedir. Haliyle, Halid bin Velid üzerinden Araplarla soy ilişkisi; Emevi iktidarıyla ise meşruiyet ilişkisi kuran Kürt siyasi gelenekleriyle egemenlik tesis etmek, daha rasyonel, pratik ve aynı zamanda kalıcı sonuçlar doğuracak niteliktedir. Ve fakat Doğu ve Güneydoğu’da siyasi iradenin tesis edilmesi sürecinde, Türk-Türkmen gücü yerine, Kürt feodal beyleri ile din adamlarının gücüne dayanma konusunda gerçekleşen tercihler; aynı zamanda bu unsurlar kullanılmak yoluyla, Türkiye’nin siyasi ve toplumsal ilişkilerinin tanzim edilmesine dönük, tarihsel gelenekleri ifade etmektedir.
Bir başka açıdan söyleyecek olursak, Türk toplumu üzerinde siyasal hegomonya kurmaya yönelen siyasi irade; Kürt feodal beylerine tanıdığı otonomi karşılığında, onların hararetle savundukları İslami inançlar ile değerlerini, toplumsal tarihte kazanmış oldukları ayrıcalıklı ve prestijli konumlarıyla tahkim ederek; muhalif siyasi gelenekleri hizaya getirmek, siyasi otoriteye boyun eğmelerini sağlamak üzere ideolojik bir baskı aracı olarak kullanmaktan çekinmemiştir. Bu gün de durum bundan farklı değildir.
Türk siyasi tarihinde belirtilen durumun en önemli olgularından biri de, Kürdlerin “Bave Kurdan(Kürdlerin babası) olarak kabul ettikleri, Sultan Abdülhamit’in bölgedeki Ermeni ve Alevileri dengede tutmak üzere kurduğu Hamidiye Alaylarının faaliyetleridir. Sultan Abdülhamit’in İslamcılık politikası doğrultusunda Ermeni ayrılıkçı hareketler ile İttihatçıların Alevilere yönelik politikalarına karşı faaliyete geçirdiği Hamidiye Alaylarının faaliyetleri; meşrutiyet yanlısı, özgürlükçü fikirlerin gelişip kökleşmesinin önünde en büyük engeli oluşturmakla birlikte, siyasal sistemin demokratikleşmesi eğilimlerinin baskılanmasına da sebep oluyordu.
Sonuç itibariyle, yukarıda sıraladığım tarihsel gelenekler ile olgular ışığında bu günün olgularına bakıldığında, olaylar anlaşılır olmaktadır.
Hal böyle olunca, seçim sathi mahalline girdiğimiz şu günlerde; Sayın Cumhurbaşkanının neden başka bir gün değil de özellikle 14 Nisan’da Diyarbakır’a gittiği ve neden Diyarbakır’da yaptırılan Cami ve Külliye’ye başka bir Kürt ismi değil de; Küdüs’ü Haçlılardan kurtarma misyonunu başarıyla icra eden, “Emevi dönemi” komutanlardan biri olan Selahattin Eyyubi ismini verdiği anlaşılır olmaktadır. Böyle olunca, bahsedilen siyasal eylemin, ideolojik planda, Cumhurbaşkanının Suriye konusundaki politikalarında hedef olarak önüne koyduğu “Emevi camiinde namaz kılmak” söylemiyle de uyumlu olduğu görülebilir.
Konuya bu açıdan bakıldığında, Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan’ın 14 Nisan günü Diyarbakır’a yaptığı gezi ve Selahattin Eyyubi Cami ve Külliyesinin açılışı ile birlikte yaptığı konuşmasının; Türkiye demokrasi tarihi açısından son derece önemli ve bir o kadar da anlamlı olmak yanı sıra verdiği tarihsel mesajlar bakımından da dikkate değer olduğu görülür.
Anılan bağlamda, Diyarbakır ziyaretinin, Şeyh Sait İsyanı’nın sona erdiği; daha doğrusu Şeyh Sait’in Abdurrahman Paşa Köprüsünde yakalanması ve/veya yanındaki kurmayları tarafından devlete teslim edildiği, 14 Nisan tarihine denk getirilmesi, Şeyh Sait’in islami terminolojiyle açıklayıp temellendirdiği “kıyamı”nın; dinsel nedenlerini ön plana çıkararak, “Cumhuriyet rejiminin dinden uzaklaşma ve toplumu dinsizleştirme” konusunda Şeyh Sait ve çevresinin sahip olduğu algıları ile iddialarını önemsediğini; bununla birlikte Türk toplumundaki mütedeyyin kesimlerin söz konusu kaygılarını karşılamak üzere Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile devamı niteliğinde olan Demokrat Parti siyasi geleneklerinin, “dini duyarlılıklar ile Kürt meselesi arasındaki ilişkiler” konusunda geliştirmiş oldukları siyasi geleneklere sahip çıktığını; Kürdlerle bu gün itibariyle kurulacak ilişkilerin ise, söz konusu siyasi gelenekler üzerinden yürütülerek tanzim edileceğini ifade ve ima etmekte olduğunu anlıyoruz.
Zira, 14 Nisan 1925 Tarihinde, Şubat ayında başlayan ve yaklaşık üç ay süren Şeyh Sait İsyanı, Şeyh Sait’in yakalanmasıyla sona ermiş ve isyancıların yargılanması süreci başlamıştır. Akabinde, Takrir-i Sükün Kanunu mucibince, Cumhuriyet tarihinin ilk muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılmış ve böylece din ve dini değerler ile önermeler üzerinden siyaseti inşa eden; dini değerler ile önermeler üzerinden siyasi faaliyetlerine toplumsal meşruiyet zemini oluşturma çabası içinde bulunan siyasi aktörlerin faaliyetleri kısıtlanmıştır.
Böylece Şeyh Sait isyanı sırasında çok açık bir biçimde ortaya çıkan, etnik ayrılıkçılık ile ayrılıkçı eğilimlerin dini değerler ile önermelerden güç alma, meşruiyet kurma ilişkisi de koparılmış ve kontrol altına alınmıştır. Mustafa Kemal’in dinin siyasete alet edilmemesini istemesinin temel nedeni de de budur.
Sayın Cumhurbaşkanının Diyarbakır gezisi ve konuşmalarından anlıyoruz ki, Türkiye siyasetinde önemli bir damarı temsil eden “sağ siyaset” Kürt meselesi konusunda kendi ana kodlarına, tarihsel gelenekleri ile Kürtlerin siyasete bağlanma biçimine geri dönüyor; Kürdlerle ilişkilerini bu minval üzerine siyasete uyarlıyor.
Bu nedenle hem ziyaret tarihi olarak 14 Nisan’ın seçilmesi ve hem de açılışı yapılan cami ve külliyeye Selahattin Eyyubi isminin verilmesi, Kürtlere verilen tarihi mesajlar bakımından önem kazanmış bulunmaktadır.
Bu durum; aynı zamanda “baldıran zehiri içme” pahasına Kürt meselesini çözmek üzere harekete geçen Cumhurbaşkanının, çözüm sürecinde PKK’nın muhatap alınması konusunda yaptığı hatayı düzeltme, tarihsel geleneklere ise geri dönme girişimi olarak da değerlendirilebilir.
Nitekim, sayın Cumhurbaşkanı, her ne kadar geniş bir toplumsal kesimden destek almakla “Çözüm Süreci”ni başlatmış ise de süreç, giderek Kürt meselesinin çözümü konusunda PKK ile müzakere ve uzlaşmaya doğru evrilmiş ve bu nedenle de istenilen sonuç elde edilememiş idi. Küresel güçlerin Ortadoğu’da bir operasyon örgütü olarak ede tuttukları PKK’nın muhatap ve anılan örgütle siyasal söylemleri itibariyle ortaklaşmış bulunan, HDP’nin aracı kılınması, toplumsal düzlemde , sorunun çözümü konusundaki toplumsal ve siyasal meşruiyetin de yitirilmesine neden olmuştu.
Her ne kadar sorun bir süreliğine rafa kaldırılmış ise de, Türk siyasetinin doğası gereği tarihsel olarak en önemli partneri olarak gördüğü, Kürtlerin siyasete katılımları ile , kendilerine verilen tarihsel role uygun siyasal davranış geliştirebilmelerini sağlanması konusu yine de gündemde olup, hayati öneme sahiptir. Nitekim, Ortadoğu’daki sosyal ve siyasi gelişmeler bağlamında Türk siyasasınca Kürt meselesinin yeniden tanımlanması ve tespit edilmesi yanısıra, doğurduğu ve doğuracağı sonuçlar itibariyle çözüme kavuşturulması, gerek iç ve gerekse dış siyasette Türkiye’nin bekasına yönelik tehdit ve riskleri karşılayabilmek açısından elzemdir.
Öyle anlaşılıyor ki Hükümet, sayın Cumhurbaşkanının Diyarbakır gezisinde ifade ettiği yeni , özgürlükçü ve sivil bir anayasa yapmak yoluyla, “Kürtlerin de etnik ve kültürel bir topluluk” olarak anayasal tanımı içinde yer almasının siyasal zeminini, belki de sadece tartışmayla sınırlı kalmak koşuluyla, oluşturmakla işe başlamak istemektedir. Yeni, sivil ve özgürlükçü bir anayasa yapma önerisinin toplumda olduğu gibi, bende de uyandırdığı kanı budur.
Bir toplumsal sözleşme olarak, anayasada ; devlet, devlet aygıtını oluşturan unsurlar ile devleti oluşturan halkın, vatandaşlık ve ya etnik ve kültürel vasıflar üzerinden tanımlanarak, hukuki bir çerçeveye kavuşturulması, doğuracağı sonuçlar itibariyle önemli bir husustur.
Bu yönüyle kamu oyunda, PKK ve HDP’nin söylemleriyle giderek kabul gören ve dillendirilen “eşit yurttaşlık” hukuki tanımının anayasada nasıl yer alacağı çok önemli bir konu olup, tartışmanın kapsamını da genişletecek niteliktedir.
Anayasal “eşit yurttaşlık” tanımının içinde, Kürdlerden başka Lazlar, Gürcüler, Çerkezler, Kızılbaşlar, Zazalar gibi etnik ve kültürel topluluklar yer alacak mı ya da bu kesimlerin eşit yurttaşlık temelinde olası istekleri nasıl karşılanacak? Bir başka husus Anayasal eşit yurttaşlık bağlamında, ortaya çıkacak olan “ana dilde eğitim” sorunun nasıl çözüleceği konusudur. Öyle ki bu, Tevhid-i Tedrisat Kanunu çerçevesinde gerçekleştirilen eğitimin birliği ile ortak kültürel değerlere katılımda sorunların belirmesine neden olacak niteliktedir.
Dahası, Türk toplumunun Ortadoğu’da gelişmeler bağlamında giderek güçlenen ve derinleşen bölünme kaygısı karşılanmadan; eşit yurttaşlık ve ana dilde eğitim konusunda yapılacak düzenlemeler; anılan kaygıları daha da derinleştirip, toplumsal kutuplaşmayı arttırmaz mı?
Anılan sorular bağlamında düşünüldüğünde, bırakın AKP ve CHP’nin parti programlarında yer verdikleri ve ancak şimdilerde pek de dillendiremedikleri, Avrupa Konseyi’nin “Yerel yönetimlere Özerklik Şartı” nın yerine getirilmesi konusundaki “Özerklik” şartını yerine getireceklerine yönelik politikaların uygulanabilmesini, anadilde eğitimi bile tartışmanın güçlükleri ortadadır. Siyasal sistemin ise, bütün vaat ve söylemlere rağmen, anılan gelişmeler ve koşullar nedeniyle bunları gerçekleştiremeyeceği aşikardır.
Bu nedenledir ki muhalefet ve özellikle “Kürt sorunu”nu özgürlükler, eşit yurttaşlık ve ana dilde eğitim bağlamında dile getiren HDP/PKK çizgisi, sorunu etnik ve kültürel bir temelden çıkarıp, sol bir söylem temeline oturtmak üzere, Yeşil Sol Parti söylemi haline getirmiş bulunmaktadır. Türk siyasi kurumlarıyla tarihsel geleneklerinden gelen İslami ideoloji vasıtısıyla kurduğu siyasal ortaklığa muhalefet eden ve giderek sol, sosyalist söylemleri ön plana çıkaran seküler Kürt hareketlerinin, tam da bu noktada, Türk soluyla siyasal entegrasyona girmesinin, çok önemli bir gelişme olduğunu söyleyebiliriz. Eğer, PKK’ hakimiyetini kırabilir ve PKK’dan bağımsızlaşabilir ve teröre karşı somut ve net bir tavır geliştirebilirse, Türk siyasi hayatına olumlu yönde katkı yapacağı düşünülebilir.
Fakat bütün bu gelişmelere ve içsel dinamiklere rağmen, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Kürt Meselesi”nin çözümü konusunda verdiği mesajların, Kürt toplumunda güçlü bir karşılık bulacağına da şüphe yoktur. Kürtler ve özellikle Kürtlerin mütedeyyin kesimlerinin 2023 seçimlerinde önceki seçimlerde olduğu gibi, tarihsel geleneklerine uygun olarak, Türk siyasi hayatının sağ blokunu oluşturan Cumhur ittifakından yana tercihde bulunacakları olasıdır. İhtimali güçlendiren temel faktör ise, hiç kuşkusuz Sayın Cumhurbaşkanının Diyarbakır’da revize ettiği Kürt meselesi konusundaki politikasıdır. Öte taraftan, HDP’nin kontrol ettiği bir kesimin ise Cumhurbaşkanlığı seçiminde Kılıçdaroğlundan yana ve milletvekili seçimlerinde ise Yeşil Sol Parti’yi tercih edecekleri aşikardır.
Her halükarda, seçimin en büyük kaybı, Kılıçdaroğlunun Cumhurbaşkanlığını kazanması halinde bile CHP’nin milletvekili kazanımlarında olacağı açıkça görülmektedir.
Zira, CHP’nin Kürt sorunu konusundaki yaklaşımının giderek HDP ile aynı perspektifte birleşmesi ve özellikle de HDP’nin Cumhurbaşkanı adayı çıkarmamak suretiyle örtük olarak Kılıçdaroğluna verdiği destek karşısında; Cumhur ittifakının Kürt meselesinden doğan gerilimleri islami değerler ve tarihsel gelenekler üzerinden yumuşatma ve yönlendirme girişiminin tayin edici bir hale gelebileceği söylenebilir.
Öyle ki Doğu ve Güneydoğu’da milletvekili seçimlerinde AKP ve Yeşil Sol Parti’den yana siyasal tercihlerinin önceki seçimlerde ortaya çıkan dengede gerçekleşeceği; CHP ile HDP arasındaki örtük işbirliğinin ise batı illerinde CHP’nin çıkarmayı hedeflediği milletvekili sayısında düşüşe yol açacağı açıkça görülebilmektedir.
Sonuç itibariyle, 14 Mayıs seçimlerine doğru yol alırken, Türk siyasal sistemi ve demokrasisinin, “Kürt Meselesi”nin çözülmesi ihtiyacı ile “Kürt Meselesinin” ortaya çıkardığı zorluklar ve açmazlarla bir kez daha imtihan edildiği ve günün sonunda; Türk siyasal sisteminin “Kürt Meselesi” aracılığıyla tanzim edildiği; Hükümetin, Kürtlerin dini değerler ile siyasete bağlanma geleneklerine yaptığı atıflar ile söylemlerinin, tıpkı Demokrat parti iktidarında olduğu gibi demokrasi özlemi içindeki Türk toplumunun gelecek umutlarını şimdiden teslim alarak tayin edici bir unsur haline geldiği söylenebilir.