Abbas Turan


LAMBUR LUMBUR ÖYKÜLER (1)


Bizim millet hiç susmamış. Tarihinin her devrinde mutlaka diyeceğini birine söyletmiş. Bu bir dönem İncili Çavuş olmuş, bir dönem Bektaşi kişilikli erenlerden olmuş, bir dönem zekasını Türkçe kullanan Nasrettin hocam olmuş, bir dönem Bekri Mustafa olmuş. Hatta Laz uşağı Temel’den Fadime’ye yerel renkli onlarca kişilik ve tipleme ile duygu veya düşüncesinin taşıyıcısını arenaya sürmeyi ve elden bırakmamıştır. Öyle ki, zaman zaman politik hayatımızın yaşayan kişilerini dahi bu iş için karikatürize etmeyi başarmış.

Millet deyip geçmemek lazım. Oluştuğu günden itibaren hayata dair özgün algı veya yordama biçimini belirgin biçimde ortaya koymuştur. İnanışlarından tutun da, geleneksel medeniyet unsurlarına kadar diğer milletlerden bariz biçimde ayrılan tarafları vardır.

Bu her millet için geçerli bir özgünlüktür.

Baskının arttığı dönemlerde, halk arasında çok sevilen, milletin ortalama değerlerinin ürünü, evrensel değer ölçütleri açısından sırıtmayan, tatlı dilli, tamahkârlıktan uzak, yoksul ve divane kılıklı, rakip olmayan, varlık peşinde koşmayan, budala ya da gariban nitelikli tiplere kendi adına her şeyi söyletmiş olan millet, iktidarlar tarafından aransa bile sözcülerini saklamışlardır.

Bizim milletimiz özelinde daha yakından bakacak olursak, ta baştan beri iktidarlar veya devlet de bu tür kişilik unsurlarını sevmiş, kucaklamış, zaman zaman da kulak kabartıp söylediklerini ciddiye alarak durumdan vazife çıkartmıştır.

Çünkü milletin sözcü olarak tayin ettiği tipik kişilikler aynı zamanda sosyolojik unsurların hatırı sayılır veri kaynağıdırlar. Kapalı kapılar veya yasalar, hatta beka adına sürdürülen zorunluluklar sebebiyle, milletin genel kanısına eremeyen mülkün görevlileri için bu tiplemeler üzerinden üretilen edebiyat geri dönüt kaynağıdırlar.

Onlara bakarak özeleştiri, yeniden yönelim veya yetersizlik bilgisine erişebilirler.

Ayyaş, herhangi bir koltuğa talip olmayan, hedef rakip ve ötekisi olmayan, temelde doğa ile uyumlu kişilik olarak zihinlerde yer eden halk tiplemeleri milletlerin doğa ile en uyumlu yanlarının aynasıdırlar. Gerçekte, aklı başında her kişi onlarda kendinden bir şey bulur. Çünkü bunlar yazılı ifade edilmiş veya ifade edilmemiş ilkesel özellikli ortak vicdanın/kabulün onay verdiği tiplemelerdir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun sıkıntılar yaşadığı bir dönemin eleştirel sürecinin tiplemelerinden olan Bekri Mustafa’nın hasbelkader kıldırdığı cenaze namazının ardında tabuta eğilip bir şeyler söylediğini, cenaze namazına katılan kişilerin artan merakının söze dönüştüğü bir anda, “ne söylediniz mevtaya” sorusuna verdiği cevaba bakar mısınız?  “Dünyada ne var ne yok, nasıldır milletin durumu diye sorduklarında sözü uzatıp zor durumda kalma, cenazemi Bekri Mustafa kıldırdı deyiver, yeterli dedim.”

Şu gün olmuş, eleştirel dilin en belirgin ve önemli unsuru olmaya devam eden Nasrettin Hoca ve Bektaşi öyküleri eleştirel akla yön vermeye devam ediyor. Özellikle, inançlar zemininde (ki tartışmak zemini olarak pek sakınılan bir zemin) Bektaşi’nin samimi ve Türkçede boş vermiş irfana çalan dili milletimizin her kesimince sevgi ile dillendirilmekte, gülmekten düşünmeye vazgeçilmez unsur olmayı sürdürmektedir.

İnsan doğası ve çevresinde boy vermiş doğa ile dokusal uyumu su götürmez olan Nasrettin Hoca eleştirel aklın deyicisi olmakla birlikte, hiç kimsenin özel yaşantısının veya özel inancının tam örtüşeni değildir. Bektaşi de öyle. Bu ben diyemezsiniz. Ancak, köy meydanının, geleneksel kültürün ortak alanında duygu, düşünce ve inanç ortaklığını duyumsarsınız. Bazen hırsızın yerinde olurlar, bazen haksızın yerinde olurlar. Öyle ki, bazen yönetenin, bazen de yönetilenin yerinde olur konuşurlar.

Sonuçta, insan olarak sohbete katılan bu tiplemelerin, eleştirilen de takdir ederken de kaba çıkarın peşinde olmadıklarına dair vicdanımızı ikna eden yönleri ayan açık ortadadır.

Nasrettin Hoca ders vermek adına hırsız olur, uyanık komşu olur, gölü yoğurda çevirmek adıma maya döken andavallı olur, eşeğe ters binen yeğni akıllı olur, parayı veren düdüğü çalar diyen paragöz olur, asi olur, korkak olur, argo dilli olur. Olur da olur. Fakat zihnimizdeki sevimliliğini ve tarafsızlığını kamuya dâhil edildiği hiçbir zeminde yitirmez.

Mesela komşusunun ahırından bir şey almak için vaktini kollar, nihayetinde bulur ve kapının zerzesini demir testeresiyle kesmeye çalışır. O arada, oradan geçmekte olan bir komşusu “hayırdır hocam, bu saate ne yapıyorsunuz orada” sorusuna “keman çalıyorum” karşılığını verir. “Amam hocam keman çalıyorsunuz da hiç sesi çıkmıyor, sahi nerde bunun sesi” sorusuna da “merak etmeyin, bunun sesi yarın çıkar” dediğinde hiçbirimiz Nasrettin Hoca’nın hırsızlığına takılmayız. Biz hocanın verdiği cevabın düşünsel ve fikirsel izleğini takibe dalarız. Dolayısıyla da, bir sonun doğal doğumuna odaklarız düşünme yeteneğimizi.

Ayrı ve özgün biz zihinsel tecrübedir bu. Nasrettin Hoca’nın dışında bir tip ile tam maksada eremeyeceğimizi demek istiyorum. Bektaşi için de aynı şeyler geçerli.

Milletin yer yer argoya varan bu tür varlığını içeren birikimin alt çeşitlerinin kahramanlarına olan sevgili hoşgörü de, Nasrettin Hoca, Bektaşi veya Temel tiplemelerinin sağladığı olumlu ön yargının kültürel artı değerini kullanır.  

Güzeldir bu.
Nefes aldırır insanın aklına.
Hatta özgürlüğe olan bağlılığı besleyip durur.

Bizim oralarda, yani Sivas’ta geçtiği söylenir;  ekin biçim zamanı bir abimiz, bir kasa bira alır, kurulur yığının gölgesine, başlar içmeye. Onun bu halini görüp, biraz da sinirlenen Durmuş emmi, “ulan yavrum, hadi utanmıyorsun diyelim, vicdanın da mı sızlamıyor, herkes sıcağın alnında tırpan biçip yığın ederken sen oturmuş lıkır lıkır şu soykayı içiyorsun” deyince bizimki kendince taşı gediğine kor; “yahu canım Durmuş emmi, herkesin bir branşı var, onlar onu yapıyor ben de bunu yapıyorum” deyiver.

Şundan eminim ki, Durmuş Emmi de ben ve sizin gibi gülümsemiştir. Eğer bir şeyler daha söylemiş ise, gülümseyişin beslediği sabır, hoşgörü ve sevgiyi de katmıştır.

Böyledir bu iş.
Bazı alanlarda bilimin bile gülümseten zekânın tecrübesini takip ettiğini düşünüyorum.

Mesele gülümsemek değil, somutu soyutlayan akıl yürütmedeki sürekliliktir

Hatta hafızayı işgal eden, zihinsel işleyişi yavaşlatan durağanlığın kurşun askerleri sayılabilecek transfer edilemeyen bilgileri dönüştürmek.

Bilmek de düşünmek gibi doğal tecrübeden beslenir.

O doğallığın bizim memleketimize özgü yaşanmışlıklarını yazayım diyorum.“Lambur Lumbur Öyküler” başlığı altında.

Geliniyle, sepete koyacağı yumurtaları sayan bir büyüğümüz “seksenseniz, seksen dokuz, otuz” der demez gelini müdahil olur “Allah’ım sen bilirsin yarabbi, gız ana ne çabuk otuza geldin” diyen ile cemde uyuşan ayağını yitirdiğini sanıp arayan hayat dolu insanların öykülerini.

Yarasını dosta gösterir gibi açan, hatasını Ali Sırı olarak dostuna emanet edenlerin gülen yanını yani.

Can izdüşümlerini yazayım diyorum.

Süte düşmüş gülkurusu olur ya.

Öyle.

Abbas Turan
Ankara, 16 Ocak 2024

Abdullah Oral
20.01.2024 11:58:56
Ülke insanının potresi olmus bir yazi icinde binlerce resim sakliyor. Yani gözümden bir film seridi gibi geciyor, Ve insanların kucuk cikarlar ugruna cocuklarin gelecegini verdigi oylar ile nasıl yok ettigi takilyor usumda görselime. Diline gonlune sağlık üstadım yine aldin götürdün geçmişin silik gölgelerine. yaşanası güzel günlere...

YAZARLAR