YAPRAK DÖKER BİR YANIMIZ BİR YANIMIZ BAHAR BAHÇE

YAPRAK DÖKER BİR YANIMIZ BİR YANIMIZ BAHAR BAHÇE

Sabahın ayazı insafa evirmekte yoğunluğunu, şehirde kalbi ezen gülmezlik esiyor.

Bu telaşın hangi deryaya aktığını düşünmeye fırsat bırakmıyor araba düdükleri.

Oğlum da tam dibinde hassasiyetimin; gözleri saç tellerinin arasında oynaşan iki masal gölü, dudaklarında iflasa meyilli suskunluk kurusu.

Sarılayım diyorum, bir gören olur sevincimi, bir anlayan olur çocuğa tutunduğumu, bir kınayan olur oğlumu özlediğimin ipuçlarını.

Çocukları herkes alıp götürüyor okul denilen yerlere, çocukları herkes küçük görüyor, çocukları işin sonuna bırakıyor herkes. Çocukları bilmez sanıyor bilenler

Hoop iki çocuk daha. Birinin teninde çöl sıcağının meyvesi kırmızılık, diğeri nergis sakinliğinde bir kız.

Beton ve çeliğin küsüştüğü ayaz bu olsa gerek, sokakların kırağısı buz doğmuş asfalta. Yara kanı misali sızmaya kalkışmış sular var.  Çelik kıvamı hoyratlığında gökyüzü küfüne boş bakıyor şu toprak. Elleri yangın dalı hüzünlü çocukların. Saçları köze yağan eski bir çığlık.

Ne kadar yalan birikmiş kenarına caddelerin. Yollara bak yollara, koynu bilinmezlik dolu çıyan gözlü yılanlardan halice. Işıklar kargaşasında ölmüş nice zaman bölükleri peşinde ömrümüzün. Şehir değil şu görünen feryat figan toplamı.

Beni çıksan üç kişi. 
Bu demek ki dörtte üçü sabice. 
Yani mazlum, yani masal, yani bihaber halden.

Şapkaları türüm türüm şatafat, ayakları gülden nazik yatakta, sırtlarında bilim dolu çantalar, solukları gülümsemek tütüyor. Çepeçevre kuşsuzlukta dördümüz.

Şu tepeler uçurumdan kalmalar, az ötesi kavga yeri Timur’un; çelikten kuşların korku döktüğü. Az ötesi öfke dolu Yıldırım, buram buram hüzün kokan düz ova. “Ha desem dizginlerini koparacak” bir uzun türkü. 
Bir yarım ezgi.

Oğluma dönüyorum, toz içinde bir Maraş. Kirpikleri kar tanesi tüneği, sırt çantası Fransız’a dikelme. Gözü yaşlı bir yiğit. Yarısı yok bir İmam.

Ne barikat, ne minare ne selvi dalı. Ağıt alı, gül tozumu, yürekte bir yarılma. Boydan boya bıçaklanmış gövdeli. Dize gelmiş yücelikte hükmü ılgıt Elbistan. Gözeleri tutuk tutuk yaylalar.

Oğluma bakıyorum, nasıl da deniz. Bahçelerde bal erik, dalda susmuş bir yumru, köz üstüne söz tüküren bir ayaz. Bıçak ağzı bir yarada hücum yüzlü bir Hatay. İnsanüstü abantıya yarım değen nazlılık. Üzerliği alev almış bir hane, pencerede gözü kalmış bir ata, betonarme akıp duran sonsuzluk.

Hangi sokağında düşü bizimlik, hangi yele döş dayayan kuvvacı, hangi tabla inadına devrilmiş. Şu eli görünen çocuk kız mı yoksa biz miyiz?
Nasıl ağlasak da bitse cehennem.

Oğluma susuyorum, zangır zangır bir Antep. Kahşamış düzlerin zincirden boşanışı. İradeye şerhi düşmüş bir ayaz. Tutuşmaya yüzü yitmiş türküler. Ekmek küsüğü, yara yırtığı, ciğer çürüğü. Akıl almaz tükenişi umudun.
Koyun koyuna buz tutmak.

Köprülerde Kara Yılan, kuytularda şarkı gözlü bir Şahin. Kemerde kurşun, matarada su, elde olan eldelerin yüzde yüz katı. Nasıl şaşkın şu gariban Fransız, nasıl üzgün barut giysili dağlar. “Antepliyem, Şahinem ağam”, beni bağlar ise bu zulüm bağlar.
Kim demiş ki benden özge yar ola.

Oğluma hüzünleniyorum, Sivası’ın ardı. Yama Dağları’da aksayan kartal. Duruşunda türkü nazı nakışlı, oyuğunda derya deniz meşakkat. Kaysı gözlü bahçeleri ağıt sisli dumana. Nice söyler kurdu kuşu bir bilsen, nasıl ölür ihtimalde bir bilsen, nasıl düşer öksüz yanı toprağa, canlar canı can diyarı Malatya.

Uykuna karışan toz değil benim, dilinde kesilen söz değil benim, sinene damlayan köz değil benim, haline musallat buz değil benim. Hangi ayaz seni böyle türkü türkü dilimler. Hangi yerin dalgasında canı tene gömensin.
Sinesi sızılım güzelim benim.

Oğluma yanıyorum, düşüne dalga düşmüş, pır pır eden bir yürek; gece susan bir şehir, kaynayan Adıyaman. Göl çekiği bir yüzey, korku renkli ıssızlık. Sese kesmiş göğünde, ölü yıldız yaylası. Biçilmiş yapılarda hali çile can ehli. Umutla ışımaya hapis kalmış odalar, bir düşünde bir sarsıntı güzel yurt.

Kolları yana düşmüş, dağları yalnız. Sularında eski zaman kahrı var. Sağır sultan duysa da, masal dili ne bilinmez bir ana. Gönül yaması gibi, vicdan yarası gibi, ana feryadı gibi.
Dört yanı çayda çıra, dört yanı ağıt.

Oğluma değiyorum, cenderede Adana. Koşum atlarında kesik, yılkılarda çağıltı. Toroslara sırt vermekle yara almış bir güzel. Ellerinde ölüm rengi babalar, dillerinde kan kurusu bebeler, dinmez yağışına boyun kırmış nice düz. Güzeline duvar düşmüş can evi.

Urgan yollar yarım şiir, dökük dağlar kesik hava, şeker yanığına banık sözü kurşun nice dil. Hangi çılgın böyle bölmüş sırtını, hangi bahçe göçük altı kan gölü.
Gül teninde deli eden bir çıban.

Oğluma eğiliyorum, taş susumlu bir şehir, kadim dertli, sur güzeli bir otağ. Göklü yorgan, dal duruşlu bir otağ. Ustamın güzeli can Diyarbakır. Kollarında sonu gelmez oynaşma, gövdesinde dolam dolam salınım. Koç adımı, masal bükü, el üstünde bin ellik. Taştan taşa bir ayrılık havası, birinden diğerine selam geçmez sokaklar. Uçurum bölünüşü. Huya kurşun düşen bir ağıt seli.

Gözleri güneşli gitmeyen mektup, her doğru hesapla tutmayan sonuç, susa susa söylenen dağı delmiş umutlar. Nergis uyumunda derdi tasası.
Bal şehir.

Oğluma diyorum; 
Küsmek yok “bu memleket bizim”,
Yılmak yok, “bu memleket bizim”,
Korkmak yok, bu memleket bizim”,
Susmak yok “bu memleket bizim”,
Güvensizlik, umutsuzluk asla,
Sabırsızlık, kibir mibir asla,
Yorulup dökülmek asla mı asla,
Bu cehennem bu cennet bizim.

Abbas Turan
20 Şubat 2023, Ankara



Anahtar Kelimeler: YAPRAK DÖKER YANIMIZ YANIMIZ BAHAR BAHÇE