KARAKIŞ KARA GİDER, ZEMHERİ KURU GİDER

KARAKIŞ KARA GİDER, ZEMHERİ KURU GİDER

KARAKIŞ KARA GİDER, ZEMHERİ KURU GİDER

Günlerdir esen sonbahar rüzgârları, ağaçlardaki ölü yaprakları alıp, Ekim ayının son günlerinde üşüyen, toprakların üzerine, bir yorgan misali örterken, bu işin içinde bir iş olduğunu sezen kuşlar acı acı ötüşlerle şehri terk edip, bir başka diyara ulaşmak için ufkun sonsuzluğuna uçup gittiler. Şehirde, vefakâr serçelerle, tek tük yaşlı sığırcıklar kaldı. Birkaç gün tereddütlü serpintilerle sepeleyen kar, Sivas?ın iklimini, havasını, konuk severliliğini sevdiği için, ileriki günlerde lapa lapa yağarak, şehrin dağına taşına hâkim oldu. Daha sonrada kölesine nefes aldırmayan merhametsiz bir ağa gibi soğuk ve sert kamçısı ile insanların ellerini yüzlerini acımasızca yakmaya başladı.

Kar yağdıktan sonra, mahallelerde köşe başları, kapı önleri, pınar başları, şehirde; çarşılar, meydanlar tenhalaşır, in cin top oynar. Yaşantı, evlerin alt katlarındaki, kalın duvarlı, ufak pencereli dip odalarına; varsa ahır sekilerine taşınır. Çünkü Sivas?ta ekim ayının sonları ile kasım ayının başlarında yağan kar, kaba yel estikten neçe sonra nisan ayının ilk haftalarına kadar hükmünü sürdürürdü.

Sivas?ta uzun süren kış mevsiminin can sıkıcı kasvetinden birkaç saatliğine de olsa, kurtulup hoşça vakit geçirmek için, müşterek vasıfları bir olan on onbeş kişilik erkekler topluluğundan oluşan gruplar sıra gezmeleri yapardı. Topluluk; her hafta, müziğin iç açıcı nameleri ile bir haneyi şenlendirir, yemeler, içmeler, oyun ve eğlencelerle hoşça vakit geçirilirdi. Bayanlarsa kendi aralarında ir grup oluşturur. Anlaştıkları yemekleri yapar, toplandıkları eve götürür, güle oynaya yerlerdi. Bir düğün kadar neşeli geçen bayanların bu yemekli, gece toplantılarına Ferfene denirdi.

Mahallesinde varlık durumları müsait olan kişiler, kış gecelerinde oda açardı. Bu odalar bir kültür dayanışma, edep öğrenme mekânlarıydı. Okuma yazma bilen kişilerce hecelenerek okunan gazeteler kitaplar dinlenir, yaşı kemale ermiş mahallenin yaşlıları savaş anılarını anlatırdı. Canları sıkılıp da efkârlandıkları zamanlarda, sesleri güzel olan gençlere gaydeli gaydeli şarkı, Türkü çığırttırırlar. Kulpsuz kallavi fincanlarla acı kahveleri höpürdetilerek yudumlanırdı. Burada ev sahibinin ikram ettiği çörekler yenilir, şerbetler içilir, tepsilerde çerezler ikram edilirdi. Misafirlere hizmet sunan gençler, böylesi toplantılarda, Edebi, görgüyü, saygıyı, hürmeti, dayanışmayı, konuşma adabı ile komşuluk ilişkilerini öğrenirdi. Mahallenin büyüklerince bazı komşuların durumları sorulur, müşkül durumda olanlara gerekli yardımların yapılması kararı da alınırdı. Ertesi gün yatsı namazından sonra, komşulardan birinin koştuğu at arabası veya kızakla mahalle, bir büyüğün öncülüğünde dolanılır, tıkırtadılan belli kapılardan, kim için alındığı dahi sorulmadan verilen yiyecek ve yakacaklarla dolan kızak, soğuk gecenin karanlığında cam hafifçe tıkılatılan naçar kalmış komşunun evine bırakılırdı. Komşu evine toplananların boşaltıldığını tesadüfen uzaktan gören bir diğer komşu ise, naçar kalmış fakirin onuru kırılmasın diye yolunu değiştirme saygısı ile bir başka sokağa sapardı.

Erkekler çok geceleri de, bataryalı radyosu olan bir evde toplanırlardı. Bu yaşlı çilekeş insanlar; odun sobasından gelberi ile mangala çekilen odun közünde kaynayan acı kahvelerini yudumlar, kaçak tütünden, zurna gibi sardıkları sigaralarını içer uzun öksürüklerle boğazlarını temizlemeye çalışırlardı. Haber saati yaklaştığı zaman gözleri nazardan koruyacağı inancıyla, yedi delikli mavi boncuğun takılı olduğu konsol üzerindeki iri gövdeli radyoya çevrilir. Ev sahibinin büyük oğlu Yemenici çırağı Kör Duran, kemali ciddiyetle besmele çekerek, radyonun düğmesini bükerdi. Parazite karışan, davudi sedasıyla ünlü spiker, Nurettin Altan?ın sesi, cemaatin öksürük seslerini bastırır. Cemaat; Dünya ve memleket ahvalinden malumat sahibi olmak için konuşmalarını keser, ağızlar yarı açık radyondan yayılan sedayı can kulağı ile dinlemeye çalışırlardı. Ama pekte bir şey anlayamadıkları için, haber bülteni bittikten sonra, gözler merakla birbirlerinin suratlarına bakarken, ortaya ne dedi ki? Suali atılırdı. Dinlediklerinden bir şeyler anlayabilen aklı yetiklerden biri kendi düşüncelerine göre ilaveler, yorumlar katarak haber bültenini özetler, durum değerlendirmeleri yapılır, devlete akıl verilirdi. Askerlik hizmetini onbaşı olarak tamamlayan çokbilmişlerden komşumuz kirli tumangilin Efo Emmi, bilecen bir ağızla sözüm ona Hitler?e savaş taktiği verirdi.

Sonu gelmez konuşmaların heyecanına kapılan yaşlılar, kulpsuz fincanlardan yudumlanan acı kahvenin, peş peşe içilen sigaraların verdiği rehavetle, çökelikci kör Silo; Bu yıl kışın çok sert geçtiği, mübareğin ne zaman gideceği sualini sorardı. Güngörmüş çok kışlar geçirmiş, sokakla oda ilişkisini kıran pencere önündeki makatın başköşesinde, altına kıvırdığı bacağının üstüne oturan, sandıkçıların Kamil emmi kehribar ağızlığındaki sigarasından birkaç nefes çekip uzun uzun öksürdükten sonra;

                Karakış kara gider,

                Zemheri kuru gider,

                Gücük ayı azdır,

                Mart zaten yazdır.

Tekerlemesini söyler, hem sorulan suali cevaplar, hem de cemaati rahatlatmış olurdu. Dışarıdan gelen bir uğultu sesine meraklanan çürükçülerin Üsük emmi, hohlayıp dışarıyı görebilecek kadar eriyen buzdan, gözünü cama dayayıp sokağı bir müddet seyrettikten sonra, demin yağan kar tipiye dönmüş, Sivas?ı kasıp kavuruyor sözüne, cemaat Allah sonunu hayır etsin temennisinde bulunurlardı. Kağnıcıların Dursun emmi, tutulan gaz lambası şişesinin üstünden sigarasını yakıp, odaya ağız dolusu duman üfledikten sonra, tabakası Trabulus işi kuşağının arasına yerleştirdi. Daha rahat konuşabilmek için, ince bürümcek bezimden dokunmuş işliğinin boğazına yakın bir düğmesini gevşetti. Biraz düşündükten sonra; hele o barhanaların gelişi diye söze başladı. Çit sıra gümüş düğmeli yelek giyip, göğsüne taktığı gırgırlı gümüş kösteği, kıçında karpuz dilimli zıvgasıyla bir Sivaslı erkeğin giyim modelini oluşturan Dursun Emmi, kıvırıp altına adlığı uyuşan bacağını dinlendirmek için makattan aşağıya sarkıtırken sıyrılan domurcuk işlemeli çorabını düzeltti. Hele o barhanaların, Samsun?dan, Tokat?tan, Amasya?dan, Maraş?tan, Antep?ten, Kayseri?den nakliye işini yapan Furgun denilen at arabalarının gelişi çok vecahatlı olurdu. Sarayın önünden paşa camisine doğru bir şakırtı kopar. Ahali Bağdat Cadde-i Kebiri, ??Atatürk Caddesi?? yolundan kenarlara kaçışır. Toz toprak içinde kalmış arabalar, arabacılar, tozdan renkleri belli olmayan atları dörtnala sürerdi. Konvoyun en önündeki barhana başı, arabasının üzerinde bir heykel gibi ayakta dikilir, sol eliyle dizginleri tutarken, sağ elindeki kamçıyı havaya kaldırır, yol kenarına kaçışıp barhananın gelişini seyreden ahaliyi selamlayarak hana doğru giderdi. Dükkânlarının önüne çıkan esnaflarda barhana geçinceye kadar başlarından, şapkalarını çıkarır, bu yol yorgunu insanları saygıyla ayakta, getirilen malların çeşitlerini öğrenmek, arabacıların söyleyecekleri havadisleri ilk ağızdan işitmek merakı ile ahali arabaların peşinden hanlara doğru koşuşurlardı.

Gençlerin buyur ettikleri kahveleri höpürdeterek içen yaşlılar, sessizleşen odada bir zaman esen fırtınanın,  selvi ağaçlarının arasından geçerken inleyen sesini, hüzün dolu düşüncelerle dinledikten nece sonra etkileyici bir lisanla mülki idadi mektebinin, diye lafa başlayan Şükrü Efendiyi cemaat can kulağıyla dinlemeye başladı. Herhalde 1892 senesinde Sivas Valisi Memduh Paşa tarafından dualarla temeli atıldı. Temele konulan ilk taşın altına Ali rıza eczanesinin yerindeki Attar dükkanından alınan bir şişe içerisine, esnaftan toplanan, 5,10,20 paralıklar ile 1,2,5,20 kuruş gümüş ve 25,50,100 kuruşluk altın parayla birlikte, İsmet paşanın muallimi yazı havacesi, ??Hocası?? Abdi kalfa tarafından bir deri üzerine; şevketli gazi Abdül Mecit Han Sani hazretlerinin zamanı saltanatlarında rütbei bala ricalından; mazlum paşazade Memduh Bey Efendinin Sivas valilikleri zamanında iş bu mektebi idadi mülki inşa olundu.

1310 ??M. 1894?? yazılarak bırakıldı. Giresun?dan getirilen ayda yedi altın ücretle çalışan baş ustanın nezaketindeki taşçı ustalarının çekiç, tarak, balyoz, murç, kalem sesleri Çifte minareli medresenin taç kapısında yankılanırdı. Daha sonra çirpi çekip şakul tutan ustaların titizlikle ördükleri duvarlardan inşaatın şekillendiğini gören ahali, binanın heybetine parmak ısırıp maşallah çekerdi. Tamı tamına dört senede tamamlanan bina 19 Haziran 1893 tarihinde hizmete açıldı. Osmanlı döneminde Anadolu?daki üç öğretim kurumlarında biri olarak 8140 altına mal olduğunu duyduktan sonra, zenginlik cihetinde Osmanlının önüne geçebilecek bir başka düvelin ??Devletin?? olamayacağına inanılıyordu. Sonraki senelerde mektep Askeri İdadi?ye çevrildiği zaman astsubay olmak için bu mektepte okurken, mektebin bahçesinden Şifahiye medresesi yönüne giden bir yer altı tünelini fark ettik. Zaman zaman birkaç arkadaşımla tünele girip, on beş yirmi adım ilerledikten sonra korkar geri çıkardık. Bu yaşa geldim o tünelin nereye gittiğini hala merak ederim. Sözleri ile lafını noktalayan Şükrü Efendi, gençlerin buyur ettiği gül şerbetini yudumlarken, bir diğer delikanlıda ağızlarını silmeleri için misafirlere peşkir dolandırıyordu.

Uzatılan peşkire bıyıklarındaki şerbet bulaşığını silen söz sahibi gilin Hacı Kazım Emmi, ilerlemiş yaşından olsa gerek, güç işitilebilen bir seda ile bende zamanım behrinde dedemden dinlemiştim, dedikten sonra anlatmaya başladı. Şehrimizin şehzadegan mezarlığının kuzey tarafındaki çavuşbaşı mahallesi ile Kabak yazısı varya; Dedemin anlattığına göre eskiden oraları çam ağaçları ile kaplı bir ormanmış. Şehrimizin Meydan Camisi tavanındaki hezenlerin, kirişlerin bu ormandan getirildiğini, Bağdat caddesi, ??Atatürk Caddesi?? ile mahkeme çarşısından geçen Mundar ırmağın üzerinin kapatılmasında kullanılan ağırlık taşıyıcı hezenlerininde buranın ağaçları olduğunu söylenirdi. Üst taraflardaki ormandan kesilen ağaçların arabalara kolayca yüklenilebilmesi için, Mehmet paşa mahallesinde, kesme taşlardan yapılmış, yanı başında çifte lüleli pınarı olan rampaya, bunun için kütüklük deniliyor. Dedem; zamanla kesile kesile yok edilen çırılçıplak kalmış bu orman sahasının görüntüsüne zoraki alışan Sivaslılar, esprili bir benzetme olarak busemde kabak yazısı demeye başlamışlar diye anlatırdı. Yakın tarihe kadar Aydoğan mezarlığının alt tarafındaki İlyanın köprüsünden sonra, pünzürük deresinin yukarı tarafları, insanın cesaret edipte giremeyeceği kadar sık ağaçlar ve sazlıktan oluşan geniş bir vadiydi. Birde, nazar değmesin inancıyla memleketimizdeki bazı konakların üst katlarındaki köşe direklerine çakılan geyik boynuzları varya; O geyikler daha çok Kardeşler dağındaki güllüce ile yenice köylerinin bulunduğu bölgede avlanılırmış. Bundan dolayı oralardaki geniş araziye Geyik tepeleri denildiğini büyüklerimden dinlemiştim. Diyen Hacı Kazım Emmi, kehribar ağızlığına takılı sigarasını içerken zaman zaman gözlerini kapatıyor, yüzünde beliren iyimser bir çehre ile maziyi anımsıyordu.

Bu seneki kış geçmiş senelerdeki kışlara göre çok ağır geçiyordu. İlk günlerde gece gündüz durmadan yağan karı sevinçle kabullenenler, şimdi şehrin üzerine bir kâbus gibi çöken bu beyazlığı daha fazla görmek istemiyordu. Gücük ??Şubat?? ayının ilk haftası geçtiği halde, Sivas?ta kış hala hükmünü sürdürüyordu. Devlük zamanı alınan yiyecek ve yakacakların tükenmekte olduğunun farkına varan analarımızı kaygılı bir düşünce almıştı.

Gelecekte hoşnut olmayan günler yaşamamak için, tasarruf alışkanlığını kendilerine ilke edinen analarımız, harcamalarda, pişirmelerde, ısınmalarda daha bir hesaplı, daha bir tedbirli davranıyordu.

Büyüklerimizin dağına göre kış verdi dedikleri kar, şehrin caddelerini mahallelerin daracık sokaklarını atamayacak kadar doldurduğu için, gönül sıkıcı bu görüntüden biran önce kurtulmak ümidiyle analarımız kaba yelin topuyla, tüfeğiyle gelmesi için, şubat ayının on yedisini beklemeye başladı.

Evlerin bacalarından çıkan ocakların dumanı, her geçen gün biraz daha azalarak gökyüzüne ulaşmadan tükenip kayboluyordu.

*1: Kütüklük dediğimiz bu rampa, Behrampaşa ilköğretim okulunun kuzey yönünde idi. 1987 senesine kadar kısmen ayakta kalan kütüklük ile pınar, aynı tarihlerde kaldırılarak yerine Celaloğlan parkı yaptırıldı. Ayrıca Kütüklük pınarının kırk elli metre kadar doğusundaki ahşap bir ev, kadınlar hapishanesi olarak kullanılıyordu. Ama bu bina yıllar önce yıktırıldı.

KAR, MUSALLA TAŞINDA?

Büyüklerimizin dağa, taşa bakıp da, ??Ortalık hala bembeyaz, yumurta gibi yatıyor.?? Dedikleri kar, çoğu seneler olduğu gibi Sivas?tan hoşnut kalmış yüzsüz bir konuk misali kalkıp da gitmeye hiç de niyetli değildi.

Gilarlarda yiyeceklerin, odunluklarda yakacakların, samanlıklarda yemlerin nerdeyse son kalıntıları tüketiliyor, sabırları su kesilen analarımız karın biran önce kalkması için ümitle güney rüzgârlarının esmesini bekliyor. Şubat ayının ilk haftası geçti, dışarılarda hiç esinti hissedilmiyor. Meraklı ve endişeli beklentinin yerini parmak hesapları aldı. Büyüklerimizin bilecen bir ağızla, ??İnsana buz gibi, kara köz gibi değer.?? Dedikleri kaba yelin en geç şubatın on yedisinde gelmesinin hesapları yapılıyor. Ne çare ki, hesap edilen günde gelip geçti ama güney rüzgârlarından çıt çıkmıyor.

Bu sene de cemaatin endişelerine, kaygılarına ortak olan Ulu Camii?nin imamı Derviş Hoca?nın Cuma namazından sonra, ??Ey cemaat! Bu seneki karın kalkmaya hiç niyeti yok. Herhalde öldü. Cenaze namazını kılmak da bize düşer.?? Teklifiyle bir tabuta doldurulup musalla taşına konan karın cenaze namazı kılındı, içi karla dolu tabut kalabalık bir cemaatle Garipler mezarlığına götürüldü. Kar burada toprağa gömülürken tazelenen ümitlerle kaba yelin esmesi beklenir oldu.

Şubat ayının son günleri yaklaşırken gecenin bir saatinde esmeye başlayan kaba yel ümitsiz gönülleri rahatlatıyor, Allah?a açılan eller şükredilerek yüzlere sürülüyordu. Aylardır kar altında derin bir uykuya dalan tabiat güneyden eden rüzgârla yavaş yavaş uyanırken bacalardaki ağaç oluklardan sarkan buzlar ayrılık demlerinin geldiğini bilircesine akıtılan gözyaşları misali damla damla eriyip yok oluyordu. Rüzgârla birlikte tabiatta bir canlanma, bir kıpırdanma başlar. Ağaçlar üzerlerindeki kar örtülerini atarken kuşların şarkıları ile uyanır, doğadan çevreye mis gibi bahar kokuları yayılır. Dağlar yer yer alacalanırken topraklar kardelen çiçekleri ile taçlanır. Bilecen büyüklerimizin ??Sıcaktan zarar gelmez?? sözlerini onaylarcasına bahar güneşinin sıcaklığı insanların iliklerine kadar işlerken bir kış boyu soğuktan uyuşan bedenlere canlılık gelir.

Aylarca buzların altında akmaktan bunalan Kızılırmak, üzerindeki buz kütlelerinden kurtulmanın coşkusuyla daha bir gür akıyor, yatağını aşıp Kardeşler Dağının eteklerinden günümüzdeki Yenişehir?in bulunduğu bostanlara kadar taşıp Eğri Köprü ile Kesik Köprü?ye kadar yayılıyor, ucu bucağı görünmeyen bu ovayı sarımtırak rengiyle bir deryaya dönüştürüyordu.

Baharla birlikte temizliğe düşkün analarımız, telaş ve aceleyle ??kış evi kaldırma?? işine başlıyorlardı.

??Aylardır kar altında derin bir uykuya dalan tabiat güneyden esen rüzgârla yavaş yavaş uyanırken bacalardaki ağaç oluklardan sarkan buzlar ayrılık demlerinin geldiğini bilircesine akıtılan gözyaşları misali damla damla eriyip yok oluyordu.??

Bir kış boyu evde oturup hane halkıyla fazlaca yüz göz olduğu için otoritesi sarsılan erkekler kendilerini çarşıya pazara atıyorlardı. Bahar gelip de yaz kapısı aralandığı için işlerinin yeniden açılacağının ümidiyle evin erkeğinde bir celallenme, bir emredicilik baş gösteriyordu.

Kaba yelin esmesiyle eriyen kar, Sivas?ın ekilen arazilerini bereketlendirir; taşın, kayanın, kesekli tarlaların haricinde her tarafı bir yeşillik kaplardı. Kadınlar kar yüzünden bir tutsak gibi evlere kapanıp kalmanın sıkıntısını atmak için bahar aylarında sebepler icat ederdi. Önce topluca ??sel seyirine?? gidilirdi. O zamanlar her dereden sular seller gelirdi. Ama Mundar Irmakla Mısmıl Irmağın birleştiği ??çat?? dediğimiz yerdeki sel seyirinin heyecanını hiçbiri vermezdi. Bu yüzden Çat günün her saatinde seyir için gelen meraklılarla dolup taşardı. Kızılırmak?ın seli daha bir coşkulu olurdu. Dağlardan alıp getirdiği camız gövdesi büyüklüğündeki buz parçalarını sarımtırak sularında bilinmezliklere doğru götürmesini izleyenler heyecan dolu anlar yaşardı. Analarımız, ninelerimiz ağrıyan bellerine, sızlayan bileklerine kış aylarında ??ocak?? denilen evlerde birkaç kuruş ücret karşılığından okutarak bağlattıkları yel ipliklerini yine bu aylarda, ??senin demin bana, benim gamım sana!?? dedikten sonra sel sularına atarken ağrıdan sızıdan kurtulacaklarına inanırlardı.

Baharda göçmen kuşlarla leyleklerin gelmesi daha çok merak ve heyecana vesile olurdu. En fazla leyleğin gagasına dikkat edilirdi. Eğer leylek, gagasında ekin sapı getirmişse o sene mahsulün bol olacağına, beyaz bir parçayla gelmişse ölümlerin, renkli bir parçayla gelmişse düğünlerin çok fazla olacağına inanılırdı. Birde leyleği ilk gören kişi eğer ayakta ise o yıl başka bir memlekete gezmeye gideceğinin hevesine kapılırdı. Çocuklarsa ??Hacı Baba Kâbe?nin yolu ne taraf??? diye bağrışırlardı.

İlkbaharda ok ucuna benzeyen bir düzende uçan turna katarları da gelirdi. Bunlar acı acı ötüşlerle Gökçekler Gölü?nün üzerinde birkaç defa tur attıktan sonra rakslarına tamamlar süzülerek gölün gök mavisi sularına inerlerdi. Sonrada üremek için eski yuvalarını düzenleme işine başlarlardı.

Sivas?ta bir zamanlar turnaların konduğu, yaban kuşlarının mesken tuttuğu bir Gökçekler Gölü vardı. Van gölünden kalkıp bu göle konan turnaların zahmetli yolculuğu pek çok türküde terennüm edilirdi. (Bu türküleri en yanıkta rahmetli ??Güdü?? Selahattin Erorhan söylerdi.) Ne yazık ki, adına türküler yakılan, şehrin yanı başındaki bu gölü; sularına çöplerimizi, pisliklerimizi boşaltıp kuruttuk, haritadan sildik. Bilmem ki elimize ne geçti? ?

Sivas?ın yağmura hasret kaldığı yıllarda ümit dolu gözler kırk ikindi yağmurlarının başlaması için gökyüzündeki bulutları izlerdi. Yağmur demek bet bereket, bolluk demek. Hacıların hocaların peşine takılan ahali yağmur duası için dağ başlarına tırmanır, şehirde kalan sabilerin bir kısmı ise yağmur yağması için baş açık yalınayak ilahiler söyleyerek kapı kapı dolaşırdı. Çocuklar bir kalburun veya selenin içine ot doldurup ortasına da bir yumurta bırakırlar, ellerine aldıkları içi su dolu bir ibrikle yedi, sekiz çocuktan oluşan gruplar ev ev dolaşırdı. Her kapı önünde bir çocuk başını eğer, üzerine tutulan kalbura ibrikten akıtılan su, başına yağmur gibi akarken diğer çocuklar hep bir ağızdan:

                Yağ yağ yağmur

                Teknede hamur

                Tarlada çamur

                Biz Allah?a kurban

                Ver Allah?ım ver

                Bir sellice yağmur

Dizlerini söylerdi. Evin hanımı ise kalburun içine birkaç yumurta bırakırken, ??Ya Rabbi, şu günahsız sabilerin yalvarışları yüzü suyu hürmetine rahmetini bizden esirgeme!?? dileklerinde bulunurdu.

Çocuklarsa topladıkları yumurtaları haşladıktan sonra yufkalarına düremeç yapıp iştah ile yerlerdi. Sivas?ta öğle saatlerine kadar güneşli olan hava öğlenden sonra yerini yağmura bırakırdı. Bu yağışlı demler, güneşle yağmurun gökyüzünden toprak anaya kavuşma yarışına dönüşür. Bir müddet yağmur yağar sonra güneş gelir; güneş gider, yağmur gelir. O zamanlar şişelere doldurulan yağmur suyu ertesi seneye kadar bekletilir; zem zeme dönüştüğü inancıyla, şifa niyetine hastalara içirilirdi.

??ALEHEYY! KAŞIĞIMIZDAN YAĞ DAMLIYOR!??

Kırk gün yağan yağmurdan sonra Sivas yeşil libasa bürünür. Evlerimizin toprak bacalarını: diz boyu geçen otlar, papatyalar bir çiçek bahçesine dönüştürür. Kışın evlerin kalın duvarlı ufacık pencereli dip odalarında oyundan mahrum kaldıkları için canları su kesilen çocuklar baharın gelmesi, güneşin çalması ile sokaklara dökülür. Çiçekli ağaçlarda ötüşen kuşların sesini çocuk sesleri bastırır. Artırmaç, uzuneşek, çöğlençök, götlügıdak, birdirbir, met, âşık, mil oyunları baharın güzelliklerini taçlandırır. Kavak ağaçlarının körpe sürgünlerinden düdük çıkartılır. Çocuklar bu oyunlarla yorulan bedenlerini duvar diplerine oturup dinlendirirdi. Çocuklardan birinin, ??Baca pilavu pişirek mi??? teklifini tüm çocuklar ??Essahtan da hadi pişirek!?? onayını verir, herkes payına düşen pilav malzemesi için anlaşmaya varırdı. Analar ciğer pareleri yavrularına yağı, kıymayı, kaşık kaşık bulguru tas tas verir; kucaklar dolusu tezekler, odunlar mahalle çöplüğünün alt başına getirilirdi. Malzemeler tamam olunca çocuklar getirmiş oldukları payı bağırarak duyurur. Biri ??odun payım!??, diğeri ??bulgur payım!??, ??tezek payım!??, ??kıyma payım!?? derdi. Su getiren çocukta ??su payım!?? diye bağırınca bu söz çocuklarca ??sıpayım??; gülüşmelere, latifelere vesile olurdu.

Tencerede kaynayan pilavın pişip pişmediğini anlamak için sık sık kontrol yapan çocuk suyunu çeken pilava bir kaşık saplar, kaşık eğer devrilmezse pilav tam pişmiş demektir. Sekiz, on çocuktan oluşan grup mahalledeki en yüksek evin bacasına çıkar. Kocaman bir leğençeye boşalttıkları bol kıymalı ve yağlı bulgur pilavının çevresine oturup, birbirleriyle şakalaşarak neşe ve mutluluk içinde pilavlarını yerdi. Sık sık da ellerinde pilav dolu kaşıklarla hep bir ağızdan, ??Aleheeeyy! Kaşığımızdan yağlar damlıyor!?? diye de bağrışırlardı. Bu bağırışlar pilav bitinceye kadar devam ederdi. Sesleri işiten yaşlı komşularsa torunlarının bahar sevincini buruk bir tebessümle izler, ??Hey gidi günler hey??? diye gamlı gamlı iç geçirirken ??Bir zamanlar aynı coşkuyu bizler de yaşamıştık?? diye düşünürlerdi.

Bir ömür boyu hayat emanetini taşımaktan yorgun düşen dede yavaş adımlarla mahallenin mescidine yönelir; Allah?ın huzurunda el bağlayıp baş koyarken havada uçan kuşlar, böcekler, toprakta yetişen otlar, ağaçlarda tomurcuklar açan çiçekler, damlarda oynayan çocuklar bahara kavuşmanın mutluluğunu yaşardı.



Anahtar Kelimeler: 0