FRANKSİYON MİRAKSİYON BİZE İYİ GELMEZ HA

FRANKSİYON MİRAKSİYON BİZE İYİ GELMEZ HA

Bir ara, çocukken duyduğumuz isimlerin yurt dışına kaçtığına, vurulduğuna, tutuklandığına veya dağlarda dolandığına dair, neredeyse masal olmuş öyküler dinledik ordan burdan.

O dönem hep birlikte imkansızdık harbiden. Bizim köylüler dahil bütün çevre köylerin en düzenli bilgi edindiği imkan ve kaynakların bir numarası radyoydu.

Ajanslar (haberler) başladığı anlarda, çit çıkarılmaz, pür dikkat radyoya bakılır, her şey radyonun düğmesini ayarlama yetkisini hasbel kader eline geçirmiş kişilerin ortamı yönetme becerisine bırakılırdı. Cızırtı, yansıma veya birilerinin müdahale girişimi oradakilerin iradesini gayrı ihtiyari kendinde toplamış düğmeci canın öteleyici tavır ve işaretiyle sonuçsuz kalırdı.

Radyodan verilenin dışındakiler daha ziyade yerel kaynaklardan edinilen, biraz da abartılmış öykümsü haberlerdi. Bu tür öykülemiş haberlerin, eşkıya durumundaki (gece gezip gündüz saklanan) kişiler ile ilgili olanlarını çocukken duymuştum. Kah yalan kah gerçek, yoksulu korudukları, haksızı huzursuz ettiklerine yönelik duyumlar neredeyse her gün bir yenisini getiriyordu akşam sofralarımıza.

Bu işlere bulaşmış insanların siyasi olanlarına “anarşist” derdi büyüklerimiz. Dolayısıyla onların masallarından söz ederken, tabanca, mermi, mağara, azık, dergi, gazete, doküman ve ideolojik sözcük ve terim içeren ifadeler etkililiği ve heyecanı artıracak şekilde sıralanırdı.

Bu tür anlatılara kaynak sayılan olayların ve durumların tanıkları dışarıda çobanlar veya önü kesilen yolcular içeride ise onlara azık verdiği iddia edilen köy ahalisinden birileri olarak dile düşenlerdi.

Silah kaçakçıları da meşhurdu gece sohbetleri ve dedikodu ortamlarında. Onlar da, tütün getiriyormuş gibi yaparlar, ahırda samanlıkta gösterilen çeşitler arasından, hangisi beğenilmiş ise onu yeni sahibine teslim ederlermiş. Tabi, yedek jarjör, kutu kutu mermi, namlu ve  gövde bakım eşyaları da olabildiği kadarıyla tedarik edilirmiş.

Hiç unutmam; toplu denilen bir tabancamız vardı, yedili de derdiler, yüklükte, yorganın döşeğin arasında dolanıp dururdu da, biri de demezdi ki çocukların eline geçer, bir kazaya sebebiyet verir.

Eşkıya diyordum.

Muhittin derler, Yusufoğlanlı Muharrem derler, Hüseyin Hoca derler, neredeyse herbirinin efsaneleşmiş kahraman gibi bahsi geçerdi. Ustam Hasan Hüseyin’in Koçerosuna benzer kişilikler canlanırdı gözümün önünde. Bunlar mekir oğlağı, alkarısı veya ayağı nallı bığazı kıllı adlı masal kahramanlarına göre daha sevimli gelirdi çocukluğumuzun ruhuna. Öyle ki, çocukları rahatsız etmemek adına kapıyı yavaş tıklatanlar ve kınalı şeker bırakanların uydurulmuş da olsa maceralarını dinlemekten ötürü heyecan duyar, hoşnut olurduk.

Gerçekte aklımız gibi, gönlümüz de saygı, sevgi ve merhamet istiyordu hayatın gürül gürül aktığı saklı koyaklarda bile.

Hüseyin Hoca, gençlerin dikkatini çekmiş, tabir yerinde ise  onları kafalamış. O zamanki dedikodulara göre, gündüz çevre köylerin dağlarında saklanır, gezinir, geceleri de kafasına yatan gençlerle, belli bir saate kadar (dışarılarda) hasbihal eder, vakti gelince de azığını alır gidermiş.

Muhittin ve Yusufoğlanlı Muharrem gibiler eninde sonunda teslim olmuşlar fakat Hüseyin Hoca, bir çatışmada feci şekilde ölmüş, hatta onu bağırsakları dışarı çıkmış halde görenler olmuş. Onunla konuşmuş olanlar öyle şeyler anlatırdılar ki, sonuçta bir kanun kaçağı olmasına rağmen çocukça meraktan kendinizi alamazdık.

Duvarlara, çizilerek yazılmış “franksiyon” sloganlarını hayal meyal hatırlıyorum. Özellikle kısaltılmış ifadelerin belleğimizde kalan imgelem coğrafyası hep gece telaşı, hep pusat soğuğu ve tamamen kötü renkte öteki biçimine sokulmuşları anasından doğduğuna pişman etmesi muhtemel gelecek tasavvuruydu.

Bunun yanında, dünyanın herkese yeteceğini, ilimden gidilmeyen sonun karanlık olacağını, her ne olursa olsun yaratılanı sevmek için bir sürü gerekçe olduğunu bildiren kadim sloganlar ile adil bölüşmenin itirazı ortadan kaldıracağı inancı hep olduğu gibi egemenliğini sürdürmeye devam ediyordu. Gerçekte, sömürüye itirazın dili ile sömürüldüğü savlananların ana dili uyuşmuyor, özlem, özlenen ve özleyenin anlamlı birliği kurulamıyordu. Dolayısı ile de, gelecek güzel günlerin Prometheusları cahil ve kanun kaçağı eşkıyalardan seçiliyordu. Yani, kendi adınalıkları ağır basan, biraz da maceracı, yenilmesi kaçınılmaz insanlardan bahsediyordu.

Zamanın ajansları bu tür kişilerin tedavülden kaldırdıkları bedenlerini girişimlerini öyle bir haber yaparlardı ki, bu defa onların çizdiği manzara efsaneleşir, dilden dile dolanırdı.

Anlamı üzerinde çok durmasam da gülümseten şu olayı otuz sene kadar önce duymuştum; bizim oralarda bir köyde, köyün ortasına kendi aralarında konuşa konuşa işi, faşizm, komünizm, fraksiyon, sağ, sol tartışmasına kadar getiren gençleri uyarması için, duruma tanık olanlar lafı sözü dinlenen Ismail abiyi görevlendirirler, “git şunları uyar, dağılsınlar.” İsmail abi görevi kabul eder ve gençleri sert biçimde uyarır: “bakın uşaklar, faşizm, komünizm, sağ, sol ve fraksiyon gibi şeyler bize gelişmez, bir daha böyle şeyler konuşmamak kaydı ile dağılıyorsunuz, haydi bakalım marş marş.”

Çocuklar dağılırken, geldiği tarafa dönüp bir iki adım attıktan sonra, tekrar gençlere hitaben “ancak fırsatı bulunca da komünizme destek vermeyin demem ha” der ve yoluna devam eder.  

Acaba diyorum İsmail abi, desteklenmesinde mahzur görmediği şeyi sahiden tam biliyor ya da tanıyor muydu?

Asilik midir, itiraz mıdır, macera düşkünlüğü müdür, kabadayılık mıdır, sebebi her ne olursa olsun, bizim ora insanlarının sözlü kültürünün beslediği damarlardan biri de yaşanmışlıkların veya uydurmaların bu türülüsüydü.

Heyecan, düş ve maceranın edebiyata dönüştüğü hüzünlü kargaşa da denebilir o türe.

Umut ve cehaletin birbirini mecbur kıldığı edebiyat.

Ajansları bağıran sihirli kutular için köylüye kredi verilmesini öneren Nazım Hikmet’e inat, kutuyu verip pillerini de seçimden sonra vereceklerini söyleyenlerin zamanından beri ne kadar çok şey yaşlanmış.

Ben bile.

Ellerime baktım da, derilerinde benek benek siyah var.

O kadar çok ki.
Umudun gölgesinde gönül lekesi misali.

O kadar sene geçmiş, çocukluğum, dünden artmış sızı gibi şuramda.


Abbas Turan
Ankara, 22 Mart 2023



Anahtar Kelimeler: FRANKSİYON MİRAKSİYON GELMEZ