DİKLEMESİNE GELMEK

DİKLEMESİNE GELMEK

Savaş sıradan edildi şu biricik dünyada. Magazine bile son sıralarda konu oluyor gayrı.

Sebeplerine girmeyeceğim.

Girmeyeceğim, çünkü dünyada kimileri, gerçek de olsa moralini bozacak şeyler duymak istemiyor.

Duymazlığın, bilmezliğin ve görmezliğin verdiği, aynı zamanda vicdanı teğet geçen huzuru yaşamak istiyorlar.

Eğilim mi denir, derde çare mi, ne dersek diyelim kabaca hal bu.

Özdemir Asaf ustam özetlemiş; “Bana öyle bir yalan söyle ki, ömrümce sürsün doğruluğu.”

Yalan da olsa, eğlendirsin, mutlu etsin, bitmesin yeter.

Deyim de geçeyim istedim; bir takım insani değerler yoksunluğunun gereği olarak savaşı başlatanlar, dünyada yarattıkları cehennemde savaş ahlakı arıyorlar.  

Adı üstünde savaş.
Bırakın ahlakı, iyiye dair ne olabilir ki içinde?

İnsanları öldürmenin binbir türlü yolunu buldukları yetmiyormuş gibi herkesten üstün olmak adına çok daha da gelişmiş yöntem arayanların dilinde kan tadıyla birlikte dolaşan ahlak sözcüğünün anlamı merhamet ve sevgi içeren duruluk değil elbette.

Öyle olmasının imkanı da yok zaten. Ahlakın doğum yeri kadar yaşayacağı fikrin de, bedenin de vicdan sicilinden geçmiş olması gerekir.

Muşamba derili, duygusuz, kaygılı ve marazi boyutta aşağılık duygusu taşıyan insanların tipik hali, eşeğini yitirip yana döne geri bulanların sevinci gibi bir coşkuya müptelalık.

Bana kalırsa, şu meşhur “kılıfına uydurmak”, ya da kitabına uydurmak” işinin mimarları işi çözmüş.

Giden gitti, kalan sağların korku düzeyini artırabildiysen ne ala ne güzel.

Dünya, canlı cansız hepimizin. Bundan dolayıdır ki, olan herbir şeyin sorumlusu bizleriz. Hayvanlara fikirsiz deyip, alet edevat yapamadıkları için de aciz olduklarına göre, kötülüklerin sorumluluğu biz insanların üzerinde demektir.

Savaş veya barış adına, her ne yapılırsa vebali bizim. 
İnsanın yani.

İçimizde dünyayı sevmeyenler olabilir, hatta cehenneme çevirmekte fayda görenler bile olabilir. Ancak, yaşıyor olmanın temel dayanakları, hava, su, toprak, enerji, yiyecek gibi şeylerin düşmanlığını aklım almıyor. Bırakın vicdanı, aklını yitirmişlerin bile yapacağı iş değil bu düşmanlık.

Dünyadaki insanların, gruplar özelinde kümelenişi, eğitilişi ve yönlendirişi ile beraber oluşturulan, güya kamu vicdanı, kamu aklı denen, art niyetli üst akılın işini de kolaylaştıran sürüleşmeyi bir düşünün isterim.

Sürüleşen canlının bireysel endişesi kadar cesaretinin de sahibi kendisi değildir. Daha da beteri, sonuçlarını kestiremeyeceği tasarlanmış eylemlerinin temel farkındalığından dahi söz etmek mümkün değildir onlar adına.

Yangından mal kaçıran, enkaz eziği etlerin arasından para, telefon veya organ çalan, olup bitenin yarattığı dehşet havasından etkilenmeyen, aldığı eğitimlerin ve hayat tecrübesinin sahipliğini dahi yitiren, karındaşlarının hayatta kalma ihtimalini sigara parasına pazarlayan insanları diyorum.

Teknolojik imkanların sayesinde, oturduğu yerde, mahcubiyet yaşamayacağı, bir nevi ruhundan prangalandığı hapishanelerde, kendisi adına oluşturulmuş, tek tıkla bütün eleştiri veya uyarılara kapatılabilen rüyalarda yaşamaya meyilli şu bizlerden söz ediyorum.

Sandığımızın, bizim için nesnel anlamda gerçek olması veya olmaması adına düşünmeye bile korkan, müdahil olmayı bırak, beşeri çıkar uğruna nefesinin yarısını ipotek vermeye razı bizleri diyorum.

Siz düşünedurun, ben başlıktaki dikineliği aradan çıkarayım.

Geçmiş gün Ankara Mamak’taki meslek lisemizin birinde yöneticilik yapan arkadaşım ile şiir ve şairlik üzerinde yüzeysel bir sohbet ediyoruz. O arada fotokopi makinesinin bakımını yapan emekçi kardeşim söze karıştı, kendisince denk geldiği düşüncesiyle aşağıdaki öyküyü anlattı.

Köyleri, Doğu Ekspresi’nin güzergahında, tarım ve hayvancılıkla geçinenlerin mütevazi bir otağmış. Zamanın behrinde, ilk yapıldığı ile o güne kadar gelen tren raylarının bakımı için getirilen yeni malzemeler, tren yolunun kenarına belli aralıklarla yığılmış, kömün biri de bu köye bırakılmış. Köylüler, kocaman ve düzenlenmiş demirlere, bağlantı gereçlerine, kalaslara hayran hayran bakarken muhtar “ben devletin demirine el sürdürmem, uzak durun” diyerek müdahale etmiş. Köylüler, şaşkın ve merak içinde malzemelerin yanından ayrılırken, sürüsü az uzaklaşmış çoban arası iyi olduğu bir iki kişiye “bunlardan bizim yaylımda çok var, o yana doğru gelin, doya doya bakarız” demiş.

Öyle etmişler.
Çobanın davar yaydığı mahale varmışlar, bulmuşlar malzeme yığınlarını, dalmışlar incelemeye. Şu böyle, bu şöyle der iken, sohbet iyice koyulaşmış. Tabi, bu arada, davarlar da uyarısızlığı fırsat bilerek tren yoluna dağılmış ve kenarlardaki otların tadına dalıp yok akarına birikmişler.

Nerde var nerde yok, kara bir tren, fren gıcırtısı ve homurtusuyla birlikte acı acı düdük çalarak sürünün olduğu alandan hızla geçer. Denk geldiği koyunları kah ezerek, kah çarparak sağa sola dağıtır.

Olay köye acı haber olarak varır. Köylüler gelir ki ne göreler, her yer cansız ve can vermek üzere olan koyunlar ile dolu.

Herkes kendince hem suçlu buldukları çobana bağırıp çağırıyorlar hem de koyunlarını teşhise çalışıyorlar.

O arada çoban, işi tevekkeli olmaya, şükür etmeye ve sakin olmaya davetle geçiştirmek derdindedir. Kendini savunmaktan ziyade daha beterine işaret etmek için “yahu gardaşlarım,buna şükür ki tren dikine geldi, yok eğer yannamasına geleydi Allah muhafaza köyü de köylüyü de sürükler götürürdü” der.

Doğru mu değilmisini hiç sorgulamadan gülüştük. Benim için şiirin daniskasıyla harmanlanmış bir öyküydü anlatılan. Öğretmenim de güldü ancak, arada bir şeylerle meşgul olmak zorunda kaldığı için şiiri yakalayamadı.

Ankara 19.Kitap Fuarı’da bir söyleşide konu Filistin’di. 
Ve çullanan güçler.

Aklımdan bunlar geçerken şükrettim yine bir devletimiz olduğuna. Yoksa kurtlar sofrası devrini yaşayan şu dünyada nice olurdu halimiz?

Düşünsenize, binlerce çocuk ölüsü, milyarlarca büyük seyirci.
Ve insanlık fikri ve idraki temelde iğdiş edilmişcesine ekseriyetle suskun.

Öyküye kadar olan bölümü hepimize, öyküyü de sandığının ömür boyu sürmesi için varını yoğunu harcayan canlara demiş olayım.

Ahlaksız ahlakçılar da bir acayip, değirmen sele gitmiş onlar da şakşağını aramakla meşguliyeti ruha spor sayıyorlar.

Umut yok mu hocam diyecekler için minik bir not düşeyim; var! 
Biz onlardan kat kat fazlayız, umut her sabah zerre bile eksilmeden bizi bekliyor yüreğimizin baş ucunda.

Ne güzel demiş bizim türkü;
Beddua bilmem, güzel mevlaya saldım ben seni.

Allah eyvallah.

Abbas Turan
08.12.2023



Anahtar Kelimeler: DİKLEMESİNE GELMEK