ANALİTİK DÜŞÜNEREK YAŞAMA KÜLTÜRÜ ÜZERİNE SOHBERTLER BİLGİ İLE HABERİN FARKI VE BU FARKIN ÖNEMİ:

ANALİTİK DÜŞÜNEREK YAŞAMA KÜLTÜRÜ ÜZERİNE SOHBERTLER BİLGİ İLE HABERİN FARKI VE BU FARKIN ÖNEMİ:

Lafa gelince “Bilgi çağında yaşıyoruz.” Ama “bilgi” kelimesiyle “haber” kelimesinin anlamları arasındaki farkı bile umursamadan yaşamaktayız. 

Her hangi bir konuda analitik düşünerek, doğru karar verebilmemiz için  o konu hakkında yeteri kadar “doğru bilgi”  sahibi  ve hiç değilse “doğru haber” sahibi olmamız gerektiği gibi,  sahip olduğumuz bilgiyi ve haberi yeri ve zamanı  gelince hatırlayıp kullanmamızın gerektiğini yazmıştım. 

Bu günkü makalemde, yaşadığım ve yaşandığına şahit olduğum bazı tatsız olayları kısaca anlatarak sahip olduğumuz  doğru bilginin doğru haberden farkından ve bu farkın öneminden bahsetmek istiyorum:

●Felsefe dersini okuduğumdan 1 yıl önceydi, 1958 yılının ilkbaharında Kızılırmak arazimize taşmış, ekinlerimizi mahvetmişti.  Çayırağzı mahallesinde oturan bazı ailelerin patates ziraatı de yaparak sattıklarından haberim vardı. Biz de bahçemizde kendi ihtiyacımızı karşılayacak kadar patates ürettiğimiz için, patates yetiştirmesini bilmiyor değildim. Ama o güne kadar ürettiğimiz patatesi satmış değildik. Hububat ziraatı yapıyorduk  ve pazarlama sorunumuz yoktu. Çünkü   ürünümüzün müşterisi Toprak mahsulleri ofisi idi. Ürünümüzün fiyatını da devlet tespit ediyordu. Ayrıca Buğday Pazarında  da müşterilerimiz vardı. Kim daha yüksek fiyat biçerse ana satıyorduk.

Çok miktarda patates ektirdiğim zaman çapalatmak için işçiye ihtiyacım olacaktı. Köylülerin şehre göçmeye başladığı yıllardı. Köylerden gelip Şehrin kenar mahallerine yerleşen ailelerin erkekleri amele meydanında iş arıyorlardı, Amele ücretleri de uygundu. Köylü hanımlar işsizdi. Onları  tarlaya götürür  patatesleri çapalatabilirdim.  Bunları düşünmüş ve patates üreterek satmayı tasarlamıştım.

Kızılırmak kenarındaki bir tarlaya patates ektirmiş Kızılırmak'tan motopompla su çekerek tarlayı sulatmıştım.  İyi de bir ürün almıştık.

Patatesleri söktürmüş, pazara götürmüştüm. 60 ton patatesi pazara yığınca patatesin fiyatı beş paraya düşmüştü.  Çayırağzı  mahallesindeki patates ziraatı yapanların canı sıkılmıştı. Onlar esnaflık yapan; fakat her yıl ürettikleri az miktardaki patatesi de satıp,  üç beş kuruş kazanan kimselerdi. Patatesleri düşük fiyatla sattığımız takdirde zarar edeceğimiz gibi, onların da zarar etmelerine sebep olacaktık. Bu durumu gören babam, “Oğlum çek bunları pazardan, çiftliğe götür. Tanıdık bildik fakir fukaraya dağıtalım. Artanı da hayvanlara yediririz. Milletin ekmeğiyle oynamanın manası yok” demişti.

Analitik düşünmeyi öğrenince, Patates yetiştirip satarak para  kazanma olayında neden zarar ettiğimizi   analitik düşünerek  anlamaya çalışmıştım. Bu olayın parçalarından biri patatesi yetiştirmek,  diğeri ise satıp para kazanmaktı. Patates yetiştirmesini bildiğim gibi, patatesin satılıp para  kazanıldığından da haberim vardı.  Bu konuda sahip olduğum  bilginin de haberin de yanlış tarafı yoktu;  ama önemli, bir eksiklik vardı ki, o da pazarlama tecrübemizin yokluğu idi. O yıllarda. İktisat Fakültelerinden ve Yüksek ticaret okullarından mezun olanlar daha çok devlet sektöründe, bankalarda ve  büyük şirketlerde iş buluyorlardı Küçük işletmelerin muhasebe işleriyle meşgul olanlar da vardı ama, hububat üreticilerin müşterisi hazır olduğu gibi hububat fiyatlarını da devlet belirlediği için, çiftçilerin muhasebecisi bile yoktu. büyükbaş veya küçük baş hayvanlarımızı satma işini de tanıdığımız celeplere havale ediyorduk, vesselam... 
Değerli okurlarım,

Muhafazakar kültüre sahip olarak Şehirlerde yaşayan insanlar çeşitli mesleklerin gerektirdiği haberleri ve o haberlerle ilgili tecrübeleri ve bilgileri çıraklıklarından itibaren usta çırak ilişkisiyle görerek ve yaşayarak farkında bile olmadan kazandıkları tecrübelerini aynı işi yapmaya devam ettikleri sürece kullanmaktadırlar.  O nedenle yukarıdan beri   yazdıklarım onlara tuhaf gelebilir; .ama iş değiştirdikleri zaman, eskiden beri  bildikleri de tecrübeleri de işe yaramaz olur. Bunun da yaşanmış örneklerine şahit olmuşumdur:

● Çiftlikte çalışırken ayağımıza yemeni denilen bir ayakkabıyı giyerdik. Köylüler de Tokalı çarık giyerlerdi. Yemeniciler çarşısından Kara Ahmet Emmiyi Emmiyi tanırdım.. Bir De Çarıkçı Recep emmimiz vardı.  Allah rahmet eylesin,  ikisi de çok iyi ustalardı.  

Demokrat Parti iktidara gelince  Gislaved lastik modası çıktıydı. (Köylüler Cırlavuk lastik ya da kara lastik derlerdi)   Bir de tabanı arabaların dış lastiğinden yüzü de keçi derisinden olan tokalı bir ayakkabı türü  satılmaya başlamıştı.  Subaşı hanı civarındaki Kunduracılar satmaya başlamışlardı. Maraş'tan getirildiğini duymuştum.. Köylüler, o ayakkabı modeline  Demokrat adını vermişlerdi. Paraya kıyıp bir çift demokrat aldılar mıydı, ömür boyu giyerlerdi. 

Demokrat Partinin  iktidara gelmesinden itibaren farkına vardım bu değişikliklerden  ilk önce çarıkçılar etkilenmiş ve ortadan kaybolmuşlardı. Arkasından yemeniciler de darboğaza girmişlerdi. Yemenicilerden Ahmet emmi  dükkanı kapatıp Bakkallık yapmaya başlamıştı. Bir gün akşam oturmasına bize gelmişlerdi.  Babam Demokrat Partili olduğu için, dert yanmaya başlamıştı. Bakkallığı beceremediğini söylüyordu. Babam da ona Maraşlılar gibi Demokrat üretip satmasını söylemişti ama  Ahmet emmi  “O iş bizim bildiğimiz gibi değil” demişti. Ayda yılda bir çift Demokrat satarak geçinemezdi…

●1952 yılında da Kızılırmak taşmış ürünümüzü mahvetmişti. Traktörü alalı 1 yıl olmuştu. Taksitini ödememiz ve geçinmemiz için maddiyata ihtiyacımız vardı. Böylesi zamanlar için, büyükbaş ve küçükbaş hayvan yetiştiriciliği de yapıyorduk. Rahmetll babam borçlarını ödeyebilmek için sığırın ve davarın yarsından fazlasını satmış o da yetmemiş ağılların da bir kısmını yıktırıp ardıçlarını da satmıştı. 

Her yıl arazinin yarısını ekiyor diğer yarısını nadasa bırakıyorduk. Teknik Ziraat Müdürü, babama arazinin tamamını ektirmesini önermiş, babam da “Ekmesine ekeriz; ama bir de harmanın kaldırılması var. Sivas’ta kar erken yağar” demiş. Müdür Bey de “Siz orasını hiç düşünmeyin. Ekinleriniz olgunlaştığında bana haber verin yeter. Biçerdöver getirtirim. Az bir ücret karşılığında, en geç bir haftada hasat yaparız” demiş. Babam da arazinin tamamını ektirmişti. Ekinler yetmeye başlayınca (tırpanla biçilecek aşamaya gelince) Müdür Bey’e haber verilmiş, o da biçerdöveri getirtmişti. 

Sivas’ta daha önce biçerdöveri gören kimse yokmuş. Müdür Bey, biçerdöveri görmeleri için civar köylere Haber salmış, köylerden 50-60 kişi gelmişti. Teknik Ziraat Müdürlüğü’nde görevli ziraat mühendislerinin çoğu da tarlaya gelmişlerdi. Biçerdöver, traktörle çekilen bir makineydi. Biçme ve dövme işini kendi motoruyla yapıyordu. Ekini biçmeye başlamışlardı. Makine biçtiklerini arkasından döküyordu. Babam ve bazı köylüler koşup, makinenin arkasından dökülen sapları incelemişlerdi. Başakların olduğu gibi yere döküldüğünü gören babam, traktörün sürücüsüne, “Durdur şu makineyi!” diye bağırmış, durdurmuştu. Müdür Bey, “Ne oldu Atıf Bey?” deyince babam da elindeki başakları göstererek, “Daha ne olsun Müdür Bey, başaklardan bir tek dane bile çıkmamış!” deyince, Müdür Bey de traktörün sürücüsüne “Makinenin ayarına niçin dikkat etmediniz!” diyerek çıkışmıştı.

Makinenin ayarı bir kez daha gözden geçirilmiş fakat değişen bir şeyin olmadığı görülünce, bu sefer traktörün vitesini küçültmeyi denemişlerdi, o da işe yaramamıştı.

Babamın canı sıkılmıştı. Biçerdöverden ümidini kesmiş ve Teknik Ziraat Müdürü’ne, “Alın şu baş belası makinenizi nereye götürecekseniz götürün!” diye sitem etmiş, ekinleri eskisi gibi, tırpanla biçtirip dövenle sürdürmeye karar vermişti. Orada bulunan köylüleri de ücretle ekin biçmeye davet etmişti. 

Ekinler tırpanla biçilmiş dövenle sürülmüştü ama o yıl arazinin tamamı ekili olduğu için, Pirkinik'lilerin kullanamadığı traktörü de borçlanarak satın alıp, çift vardiya halinde gece gündüz çalışmış olmamıza rağmen, harman işi uzamış, sonunda harmanımızın üzerine kar yağmıştı.

1953 yılında yaşadığımız bu olayın içimi en fazla sızlatan tarafı da,  milletimizin sadece cahil kesiminin değil, sözüm ona okumuş kesiminin de ezbere iş yapıyor olmasıydı.  O gün tarlaya gelip de biçerdöveri seyredenlerin hepsi, başakların ufalanabilmesi için, iyice kurumuş olması gerektiğini biliyordu; ama biçmeye çalıştığımız ekinler, henüz tırpanla biçilecek olgunluktaydı, yani yeteri kadar kurumamışlardı.  Biçerdöverin biçtiklerini dövemeden arkasından yere dökmesinin sebebi buydu.  Bunu köylüler de ziraat mühendisleri de bilirlerdi; ama akıl edememişlerdi. Hiçbirimiz deli değildik; ama şu hale göre, akıllı da sayılamazdık. Başkalarının ne düşündüğünü bilemem; ama  ben, biçerdöver denilen bu meretin, biçtiği gibi dövmesini de beklemiştim.

O zamanlar 15 yaşımdaydım. Türkiye’nin başka bölgelerinden haberim yoktu ama Sivas’ta, belki de 1.000 yıl öncesinden kalmış usulleri bir tarafa bırakıp, modern usullerle ziraat yapmaya başlamış olmanın şokunu hep birlikte yaşıyorduk.

●Hamur Yoğurma Makinesi

Biçerdöveri gönderdikten sonraki günlerde ekinleri biçip toplamak üzere, 50-60 kişi gelmiş tarlada çalışmaya  başlamışlardı. Bu sefer de o kadar insana ekmek-yemek yetiştirmek sorun olmuştu. Annemle yardımcı kadınlar, tandırda bir kazan yemek pişirmişlerdi ama bu adamların her biri bir francalayla doymazlardı. . Bize daha fazla ekmek lazımdı. Yakındaki Çimento Fabrikası’nın ekmek fırınının müşterisi ve ürettiği ekmek miktarı sabitti, ihtiyacımıza cevap verememişti. Şehirdeki fırınları dolaşarak yeteri kadar ekmek temin etmiştim. 

Aslında yeteri kadar ekmeği, çiftlikte de pişirmek mümkündü ama o kadar ekmeğin hamurunu yoğurmak meseleydi. Arkadaşım Mansur Bilgeç’in babası Rıfat Emmi, şehirdeki fırınlardan birinde çalışıyordu. Ertesi gün ekmek almaya gittiğimde Rıfat Emmi’ye, fırında kaç kişinin hamur yoğurduğunu sormuştum. “Makinesi var yeğenim” deyince nasıl bir makine olduğunu merak etmiştim. Rıfat Emmi de “Yukarı çık seyret” demişti. Fırının asma katında hamur yoğuran makineyi görüp incelemiştim. Çok basit bir makineydi. Elektrik motoruyla çalışıyordu ama makinenin milini illâ da elektrik motoruyla döndürmek gerekmezdi. Kuyudan su çekmek için kurulan çıkrık teşkilatının atlarla çalıştırıldığının  şeklini tarım dersimizin kitabında görmüştüm. Hamur yoğurma makinesinden bir tane de biz alsak, onun milini eşeklere bile çevirttirebilirdim. Böylece hamur yoğurma işini halledersem gerisi kolaydı. Rıfat Emmi’ye, “Bize de böyle bir makine lazım, bunlar nerede satılıyor?” deyince, “Bizim eski makineyi al götür yeğenim. Çık bak, yukarıdaki boş çuvalların altında” demişti. Eski makine tam bize göreydi. Gidip, babama olayı anlatmıştım. Babam da “Oğlum o makineler elektrikle çalışıyor.” Demişti. Babama, “Orasını bana bırakın, ben o işi hallettim.. Yeter ki siz razı olun. Mesele o makinenin milini döndürmek değil mi?  Ben o mili eşeklere bile döndürtürüm” diyerek, düşündüklerimi söylemiştim.  Babam beni sessizce dinledikten sonra “Olmaz oğlum, olmaz. Bunu bana söyledin başkasına söyleme. Atıf Bey’in hamurunu ‘eşşekler yoğuruyormuş’ diye laf çıkarırlar da, kapımızda çalışacak adam bulamayız” demişti.

Analitik düşünme yerine eleştirel düşünme deyimini kullansaydım babamın söylediklerinin neresini eleştirebilirdim? Babacığım, bal gibi analitik düşünmüştü. Analitik düşününce, aklımıza hiç gelmeyen şeylerin başımıza gelebileceğini de  hesaba katabiliyorduk. Analitik düşünmenin böylesine acayip boyutları da vardı.

●Çamaşır Yıkama Yayığı

İlkokuldaki sıra arkadaşım Bilal, tenekeci dükkanında çıraklık etmeye başlamıştı. Babasının Cer Atölyesi’nde meydana gelen bir iş kazasında öldüğünü geç de olsa duyunca gidip baş sağlığı dilemiştim. Dereden tepeden konuşurken, Cer  Atölyesinin  o zamanki Müdürünün  İngiltere’den bir çamaşır makinesi getirtip  annesine hediye etmiş olduğunu söylemişti. Kadıncağız da o makine ile tümendeki askerlerin çamaşırını yıkayıp geçimini sağlamaya çalışıyormuş .  Yoksa ustasının Bilal'e verdiği üç beş  kuruşla geçinmeleri mümkün değilmiş.  Bunu duyunca, makineyle çamaşırın nasıl yıkandığını merak etmiş, Bilallere gitmiş görmüştüm. Dört köşe bir kazanın içindeki köpüklerden ucu dışarıya çıkmış olan bir demir parçasının, yarım tur sağa, yarım tur sola dönmesinden başka bir şey görünmüyordu. Çamaşırlar da o köpüklerin altında çalkalana çalkalana yıkanıyormuş.

Hanımlar çamaşır yıkadıkları gün helak oluyorlardı. Makineler icat etmeye meraklı olmama rağmen, çamaşırları yıkayabilecek bir makineyi icat etmek, hiç aklıma gelmemişti. Bilallerdeki makinenin çamaşırı nasıl yıkadığını öğrenince, bu işin ayran yayığı ile de pek âlâ yapılabileceğini düşünmeye başlamıştım. Biraz daha büyük çaplı bir yayık yaptırılsa, içine çamaşırları atıp üzerine de yeteri kadar kaynar su konulsa, sabunu da içine attıktan sonra, ayran yayar gibi, ittire-çektire çalkalamak suretiyle çamaşır yıkanamaz mıydı?

Bu fikrimi de Sivas’ta, yayık üreten ustalar da dahil, hiç kimseye kabul ettirememiştim. Onlara, insan elinin 45-50 derceden  daha sıcak sulara dayanamadığını;  halbuki, yayığın içine 100  derece kaynar su konulabileceğini de söylediğim halde, her zaman işittiğim “Alemin akıllısı sen misin?” lafından başka, birisi de: “Git oğlum git. Aklını başına topla. Bu gidişle senin sonun ya Mazhar Osman ya Elâzığ” demişti   
Sonraki yıllarda bilgi ile haberin farkını şöyle özetlemiştim:  Hayatında dişi ağrımamış olan bir kimse, diş ağrısının ne bela bir ağrı olduğundan haberi olsa da, diş ağrısının  ne bela bir şey olduğunu bilemez... 
Gelecek makalemde  Bilgiyle haberin farkını idrak etmenin önemini, açıklamak üzere,  insanların kitap okumakla bilinmiş bilgilerden haberdar olduklarını, yeni bilgi kazanabilmeleri için, analitik düşünerek kâinatı okumalarının şart olduğunu açıklamaya çalışacağım. 
Saygılar.



Ahmet Albayrak
2.11.2023 22:37:44
Harika, teşekkürler