ANALİTİK DÜŞÜNEREK DOĞAYI (KÂİNATI) OKUMAK

ANALİTİK  DÜŞÜNEREK DOĞAYI (KÂİNATI) OKUMAK

Değerli okurlarım,

Lisedeki Felsefe öğretmenim Necdet Korkmaz bey  “Analitik düşünmek insanın ikiz kardeşidir, ama adı çok geç konmuştur “demişti.  Bana göre, vecize niteliğindeki bu söz, rahmetli öğretmenime ait miydi, yoksa o da başka bir kaynaktan mı okumuştu? Bilemiyorum. Çünkü: bu güne kadar başka bir yerde, bu söze rastlamış değilimdir.  Bu sözün vecize niteliğinde olduğunu da, analitik düşünme kabiliyetinin her insanın fıtratında bulunduğunu fakat eğitimle geliştiğini ya da köreldiğini okuduktan sonra benimsemişimdir. Çünkü insanların yaşadıkları çevre koşullarının,  analitik düşünebilme yeteneklerini geliştirdiğini ya da köreltiğini okuyunca  çocukluğumda yaşadığım ve yaşandığına bizzat şahit olduğum olayları hatırlamıştım.  İslam Bilim Tarihinde analitik düşünme ve analik düşünmeyi terk etme dönemlerine dair yazmayı düşündüğüm makalelerimin çıkış noktasına ve günümüzdeki eğitimcilerin ilgi alanına giren  eğitim-Öğretim  metodolojisine  ışık tutması açısından önemsediğim  bu çocuksu anılarımı anlatmak istiyorum:

● Topal Temür Diye Bir Herif  Varmış

1945 yılında Çifte Minarenin arkasındaki İsmet Paşa İlkokuluna kayıt olmuştum. Bir süre sonra da okullar açılmıştı; ama biz hâlâ harmanda döven sürüyorduk. O nedenle, babam bizi (Ahmet Sadi ağabeyimle beni) 1 hafta gecikerek okula götürmüştü. Çocuklar teneffüstelerdi.  Ahmet Sadi ağabeyim bana, son dersten sonra buluşacağımız yeri göstermiş ve bizden ayrılmıştı. O sırada zil çalmış herkes sınıfına gitmişti. Ben de babamla beraber  başöğretmenin odasına gitmiştim. Babam Başöğretmenle bir süre konuştuktan sonra beni ona teslim edip gitmişti. Başöğretmen de beni bir sınıfa götürmüş, ders ortasında öğretmenime teslim etmişti. Öğretmenim genç bir hanımdı. O da beni iki çocuğun yanına oturtmuştu. Zil çalıncaya kadar tırsmış durmuştum.

Zil çalınca sıra arkadaşlarım adımı sormuş, kendi adlarını da söylemişlerdi. Herkes bahçeye çıkmıştı; ama Bilal ile Nadir hemen bana, Çifte Minareler’in neden simsiyah olduğunu anlatmaya başlamışlardı; daha çok Bilal anlatıyor, Nadir de Bilal’in eksiklerini tamamlıyordu:

“Çifte Minareli Medrese’de okuyan mollalar, her gece, okuyup üfüleyip Topal Temür denen bir herifin gelinlik gızını,  Hindistan’dan Sivas’a getiriyorlarmış. O gızı çırılçıplak soyup oynatıyorlarmış. Soona da gine okuyup üfüleyip Hindistan’a geri gönderiyollarımış. Gız da bunları rüyasında gördüğünü belliyormuş; biliyon mu? Gız her gece aynı rüyayı görünce babasına demiş ki, ‘Baba’ demiş ‘beyle beyle’ demiş. Babası da, ‘Gızım bak bahıyım mollalar ne yiyollar ne içiyollar?’ demiş. Gız da gine bir gece göbek atarken, mollaların ne yeyip ne içtiğine bakmış. Zabağanan babasına demiş ki, ‘Baba’ demiş, ‘madımak yiyollar, pezük turşusu yiyollar, havuç yiyollar,  Kepenek Suyu içiyollar’ demiş. Topal Temür de âlimleri toplamış bunları ağnatmış; âlimler de buranın Sivas olduğunu söylemişler. Meğersem Topal Temür denen ırzı gırıh herif de padişahımış, biliyon mu? Ordusunu toplayıp gelmiş. Gölçekler  Gölü’nün  ordaki  düzlüğe  gonmuş. Gece de bir sürü ataş yaktırmış. Askerlerinden bir bölüğünü ataşların başına goymuş.”Bunnarı heç söndürmeyin” demiş. Gendisi de öteki askerlerini alıp Kızılırmağan gıyısından, Şahna Kümbeti’nin arhasına, teyyare meydanının oruya götürmüş. Orda yatmışlar. Zabah namazından soona. Şahna Kümbeti’ne doğru dırmanmıya başlamışlar. Şahna Kümbeti’ne çıkınca o sırada güneş de garşıdan doğuyormuş, biliyon mu? Çifte Minareler’in çinileri güneşten eyle bir parlamış, eyle bir parlamış ki, Topal Temür’ün atının gözleri gamaşmış.  At da eyle bir şahlanmış, eyle bir şahlanmış ki, Topal Temür de az galsın atdan düşeyazmış; biliyon mu? Zaten Çifte Minare’deki mollalara da herslendüğü üçün, Topal Temür de Sivas’ı alınca medreselerin içine samanları doldurmuş yaktırmış. Onlar da simsiyah olmuşlar.”

Böylece bir hafta geç başlamış olsam da, sıra arkadaşlarımın önceki haftada neler öğrenmiş olduklarını ben de öğrenmiş oluyordum.

Sabahattin ağabeyim (Teyzemin oğlu) Erkek Sanat Okulu’nda okuyordu. O da İsmet Paşa’dan mezundu. Topal Temür’ün yaptıklarını Sabahattin ağabeyime anlatmıştım. O da beni dinledikten sonra, “Çifte Minarelerden birinin uzun, ötekinin kısa olduğunun sebebini biliyon mu? Yıl sonunda birinci, ikinci, üçüncü sınıflar kısa minareye çıkacaklar, dördüncü, beşinci sınıflar da uzun minareye çıkacaklar.  Minarelerin dibindeki havuzlar var ya, talebeler minarelerden havuzlara doğru atlayacaklar. Havuzları geçenler sınıfı geçecek, havuzlara düşenler de sınıftan düşecekler” demiş ve gülmüştü.

● Önemli Kişiler

Atatürk’ün ve İsmet Paşa’nın önemli kişiler olduğunu duymuştum. Sınıfımızın duvarında Atatürk’ün fotoğrafı vardı. Öğretmenimiz önemli kişiydi.  Çünkü hergün onu okula bir asker getiriyor sonra da evine götürüyordu (Öğretmenimiz bir subayın hanımıymış. O yıllarda subayların emir erleri olurdu). .  Başöğretmen de önemli kişiydi. Bunları biliyordum; ama, bu  Topal Temür denen ırzı gırıh padişahı ilk kez duymuştum.

Bazı günler, sınıfımıza beyaz elbiseli üç kişi geliyordu. Öğretmenimiz onlardan çok korkuyordu. Onlar Öğretmenimizden daha önemli kişiler olmalıydılar. Onlardan biri, sırayla hepimizin başında bit arıyor, diğeri iç çamaşırlarımızda bit arıyor, üçüncüsü de üstünde başında bit çıkanları kapının önünde topluyor, sonra da onları alıp dışarıya götürüyordu. Bu önemli kişilerin kimler olduklarını bilmiyordum. Bilal de Nadir de bilmiyorlardı. Ama babamdan duyduğum bazı önemli kişiler daha vardı. Bunlar da herhalde onlar olmalıydı. Ben de Bilal’le Nadir’e,  başımızda bit arayanın Başbakan, iç çamaşırımızda bit arayanın İçişleri Bakanı, bitli çocukları dışarıya götürenin de Dışişleri Bakanı olduğunu söylemiştim.

O beyaz önlüklü sağlık görevlilerinin Başbakan falan olup olmadığını bilmediğim halde, arkadaşlarıma biliyormuş gibi anlatmış olmam,  onların bana Topal Temür’ü anlatmalarına karşı refleks olabilir miydi?..

“Üzüm üzüme baka baka kararıyordu”

●Ali Rıza

Ali Rıza, ineklerimizi sağan Cihan Hanım’ın oğluydu. Sarasan (Sarıhasan) Köyü’nden gelmişlerdi.  Sarasanın sahipleri olan  Ahi Paşalar’dan, Fehmi ve Hilmi beyler genç yaşlarında vefat edince, Sarasan’da ortakçılık eden Ermeni çiftçiler Sarasan’ı terk edip İstanbul’a göçmüşler. Sarasan’da işler bozulunca, dul bir kadın olan Cihan Hanım da bize gelmişti, ineklerimizi artık o sağacaktı.

Sarasan’da okul yokmuş. Ali Rıza okuma yazma bilmiyordu ama çok meraklı ve zeki bir çocuktu. Okumayı yazmay ve nhesap yapmayı kısa zamanda öğrenmişti. Okulda öğrendiğim ve bildiğim her şeyi Ali Rıza’ya anlatıyordum.

●Ali Rıza’nın Gözlemleri

Çiftliğimizin arazisinden papur yolu (Vapur yolu=Samsun Limanına giden yol) geçiyordu. Ali Rıza ile beaber biz de papur yolunun yakınındaki bahçemizde oynuyorduk. Papur yolundan Nafıanın (Karayolları Genel Müdürlüğünün) kamyonları gidip geliyorlardı.  Nafıanın şoförleri de bizi gördüklerinde durup, ayran getirmemizi istiyorlardı.  Bir gün  nafıanın şoförlerinden biri  ayran istemiş, ayranı içince de,  başıyla kamyonun kasasını işaret ederek,  “atlayın lan” demişti . Biz de  geri getirileceğimi bildiğimiz için, binmiştik.  O vesileyle ikimiz de ilk defa kamyona binmiş oluyorduk.

Kamyonun kasasında sırtımızı şoför mahalinin arkasına dayayıp oturmuştuk. Yoldaki yayaları hızla  geçiyorduk. Yayalar da yürüyorlardı, ama hep geride kalıyorlardı. Bunu gören Ali Rıza: ”Yener la! Bak la, bak! Köylüler götün götün gidiyorlar” demişti...

●En Hızlı Giden Şey Nedir?

Bir gün Ali Rıza bana, “Dünyada en hızlı giden şey nedir?” diye sormuştu. Ben de kamyona bindiğimizi hatırlamış, onu kastettiğini düşünerek, “kamyon” demiştim.

- Kamyondan da hızlı?

- Tayyare.

- Teyyareden de hızlı?

Belki tayyarenin  yükseklerden süzüle süzüle gittiğini gördüğü için, onun yavaş gittiğini sanıyordur diye düşünmüş, bu sefer de:

- Tren, demiştim

- Trenden de hızlı.

Trenden de hızlı, başka ne olabilirdi?

- Sen söyle bakalım, neymiş?

- En hızlı giden şey gözdür, göz. Bak şimdi burda, şimdi Serpüncük’te. Demişti.

“Şimdi burda” dediği zaman önüne bakıyor, “şimdi Serpüncük’te” dediği zaman uzaktaki Serpincik Köyü’ne bakıyordu...

●Serpincikli Uşahlar Deyneklerini Çamura Vurunca Ses Çıkmıyordu da, Havaya Vurunca Ses Çıkıyordu

Kızılırmak’ın öte geçesinde 40 haneli Serpincik Köyü vardı. O köyün arazisi biraz yüksekçe ve kuraktı. Kızılırmak taştığı için bizim arazimiz daha otlu olurdu. Serpincikliler de hayvanlarını bizim arazide otlatmak isterler, babam da komşuluk hatırına göz yumardı. Şap hastalığı çıkmıştı, babam da arazimize yabancı hayvanların girmesini yasaklamıştı. Ama serpincikli mal uşağı (Öküzleri otlatan çocuklar) Öküzlerini, uzaklardaki bir yerden bizim tarafa geçirdiklerini görmüştük. Ali Rızayla  beraber  koşarak onlaradoğru gitmeye bşlamıştık. Bbabamın yabancı hayvanların arazimize girmesini yasakladığını söyleyecektik. Serpincikli çocuklar da (en az 30-40 çocuk) bizim geldiğimizi görünce, hayvanlarını telaşla kendi taraflarına geçirmişler ve bize de: “Bu tarafa geçin de sizi şöyle şöyle dövelim” diyerek sopalarını ırmağın kenarındaki çamurlara vurmaya başlamışlardı.  Ali Rıza da bana: “Yener la! Bak la, bak! Serpinciğin uşahları deyneklerini yere vurunca ses çıkmıyor da,  havaya vurunca ses çıkıyor” demişti.  Ben de bakınca gerçekten, öyle olduğunu görmüştüm; ama sebebini okulda öğrenmiştim. Şimşek çakınca ışığını görüyorduk ama gök gürültüsü sonradan geliyordu. Ali Rıza’ya, Işık sesten daha hızlı gittiğini Serpincikli çocuklar sopayı yere vurunca ses çıkıyordu, ama o ses bize henüz gelmediği için duymuyorduk. Bir daha vurmak için sopayı havaya kaldırdıkları anda ses bize ulaşıyor, biz de sopa havaya değince ses çıkıyor sanıyorduk...

●Taş Kömürünün Oluşumu

Çiftliğimizin arazisinden trenyolu da geçiyordu.  Lokomotiflerde taş kömürü yakılıhyordu. Trenyolu boyunca lokomotiflerin ızgarasından dökülüp sönmüş, kömür parçaları olurdu. Kış günlerinmde, Ali Rıza da onları toplardı. Hafta sonunda çiftliğe gidince bir torba da ben alırdım; Ali Rıza’yla beraber kömür toplarken dersimizi çalışırdık.  O yıllarda, okunmuş gazetelerden kâğıt torba yapılırdı. Ali Rıza da trenden atılan kâğıt torbaları toplar, onların içini dışını okurdu. Bir gün öğretmenimiz bize, Türkiye’de taş kömürünün Zonguldaklı Uzun Mehmet tarafından bulunmuş olduğunu anlattıktan sonra, taş kömürünün nasıl oluştuğunu da anlatmıştı: Büyük bir deprem olunca dağlar devrilmiş. Ormanlar da toprakların altında sıkışıp kalmış, kömüre dönüşmüş.

Bunu duyunca hafta sonunu iple çekmeye başlamıştım. Taş kömürünün oluşumunu Ali Rızaya anlatacak ve artık bundan sonra taş kömürünü kendimizin de yapabileceğimizi önerecektim: Toprağı kazıp çukur açacardık, odunları çukura gömecektik. Toprağın üstüne çıkıp zıplayarak odunların sıkışmasını sağlardık. Ertesi haftaya kadar odunlar kömüre dönüşeceklerdi,  vesselam ...

Nihayet hafta sonu gelmiş ben de soluğu çiftlikte almıştım. Ali Rıza’ya kömürlerin oluşumunu bir çırpıda anlattıktan sonra, odunlardan kömür yapma düşüncemi de açıklamıştım.

Kazmayı küreği almış, çukur kazmak için kimsenin göremeyeceği bir yeri seçmiştik. Karları kürüdükten sonra toprağı kazmaya çalışmıştık; ama ne mümkün! Toprak donmuş, taş gibi olmuştu. “Ne yapalım?” derken,  Ali Rıza odunları ağılın arkasındaki çürük samanlara gömmeyi önermişti.  Öğretmenimin anlattıklarına göre, odunlar toprağın altında kalmalıydı. Samana gömme teklifini reddettiysem de, Ali Rıza: “Ham çördükleri samana gömünce kararıp olgunlaşmıyorlar mı?” demişti. Denemekte yarar vardı.  Odunluktan aldığımız yarmacaları çürük samana gömmüştük. Üstüne çıkıp zıplamış, sıkıştırmıştık. Gelecek pazara kadar odunların üstünü hiç açmamasını da sıkıca tembih etmiştim.

Günler geçmek bilmiyordu. Ertesi hafta sonunu merakla beklemiştim...  Hafta sonunda çiftliğe gittiğimde Ali Rıza’yı tren yolunda kömür toplarken görmüştüm. “Senin yüzünden anamdan zopa yedim” demiş ve anlatmaya başlamıştı. Söylediğine göre, nasıl olsa odunlar kömür olacak diye, artık kömür toplamaya gitmemiş. Annesi neden gitmediğini sorunca da korkmuş, söylememiş. Sonunda Çarşamba günü annesinden dayak yiyince, söylemiş. Annesi de “Bu yaptığınız hırsızlıktır. Odunları nereye gömdüyseniz çıkarıp yerine koyalım” demiş.

Ali Rıza bana kırgındı. “Odunların ucu bile kararmamıştı” diyerek sitem etmiş, artık bana güvenmeyeceğini de söylemişti. “Sen bana her şeyi yanlış öğretmişsin” diyordu. Ben de “Sana toprağa gömelim dedim, sen tuttun samana gömdürdün. Asıl sen yanlış yaptın” deyince o da: “Onu demiyorum. Sen bana okumayı da yazmayı da yanlış öğretmişsin. Davara duz verirken ne diyoruh? Yaz bahıyım” demişti. (Davara tuz verirken dilimizi değil de dudaklarımızı titreterek “R” harfine benzer bir ses çıkarıyorduk) “Onu yazacak harf yok” dediysem de, Ali Rıza’ya dinletememiştim... Şapkasına sakladığı bir kâğıt torbayı çıkarıp “Şu ne?” diyerek önüme koymuştu. Kâğıt torbanın yapıldığı gazete epeyce eskiydi, yazıları da okunacak halde değildi, ama iri harflerle yazılı bir yazı vardı; “CHURCHILL: ZAFER BİZİM” yazılıydı. Ali Rıza cümlenin başındaki kelimeyi okuyamamıştı, bana da onu gösteriyordu. Onu ben de okuyamamıştım. ‘Cuhurcuhille’ gibi bir kelimeydi ama öyle de okunamıyordu çünkü ‘c’lerden sonra ‘u’ yoktu. Ali Rıza, “Gördün mü bak, sen de okuyamadın” demişti. “Yanlış yazmışlar” dediysem de inanmamıştı. O kâğıt torbayı Ali Rıza’dan alıp okula götürmüş o yazıyı öğretmenimize göstermiştim. O da ‘Çörçil’ demişti, şaşırmış kalmıştım. Çörçil lafını duymuştum ama bunun neresi Çörçildi? Ne ÇÖR’ü vardı, ne ÇİL’i.

●Velledinli Hasan

Okullar tatil olunca Çiftliğin kâhyası bana Kuzu gütme görevini vermişti  Ali Rıza da zaten sığır güdüyordu. Harman vakti gelince, Mustafa Çavuş çobanlığımıza son vermişti,  döven sürmeye başlamıştık.

Velledin Köyü’nde bir cinayet işlenmiş. Bir gencin ölüsünü bulmuşlar ama kimin öldürdüğü belli değilmiş. Köylüler Haydar Efendi’nin uşahlarından (oğullarından) şüphelenmişler. Mahkeme-muhkeme derken ispat edememişler; ama,  ölen gencin babası “Bunu onların yanına koymam!” deyip duruyormuş.

“Sırtını ya bir dağa ya bir beye yaslayacaksın” derler ya, Haydar Efendi de ne yapsın? Dört oğlunu bize getirmiş, onları azap tutması için babama yalvarmıştı. En büyüğüne Hallâ (Halil Ağa) diyorlardı. Hallâ askerliğini yapmıştı, Babam delikanlıların askerlik çağında olduklarını görünce yaşlarını sormuş, Haydar Efendi de “Esgerliklerine daha  çok var. Nüfusları güçcük yazılı” demişti. Haydar Efendi babama: “Hasan da getir götür işlerinize bakar” diyordu. Hasan benim kadardı (11 yaşımdaydım).

Hallanın iyi-kötü okuması vardı “esgerlikde” öğrenmişti. Ama kardeşlerinin (Cinnali=Cinli Ali’nin,  Körireceb’in = Kör Recep  ve Hasanın) okuması yazması yoktu.

●Gâvur Mektebine Gidiyormuşum

Diğer azaplarımızdan bazıları okur yazardı. Onlar, Kerem ile Aslı, Âşık Sümmani gibi halk ozanlarının kitaplarını şapkalarının içinde saklıyorlar, zaman zaman çıkarıp içindeki şiirleri yanık sesleriyle türkü yakarak okuyorlardı. Ali Rıza ile beraber, Hasan’a da okuma yazma öğretmek istemiştik ama, Cinnali, “O yazılar gâvur yazısı” diyerek razı olmamıştı. Hallâ da gâvur yazısının “esgerlikden” başka hiçbir işe yaramadığını, Hasan’ın her şeyi bildiğini söylüyordu. Bunu da ispat etmek için bana bir soru sormuştu:

“Seksen sarat doksan dorat yüz gırat... Bunların nalı mıhı gaç eder?”

Onu hesaplamaktan kolay ne vardı. Ali Rıza’yla beraber hesaplamaya başlamıştık: 80 sarı at + 90 doru at + 100 kır at = 270 at eder. Bunu da dört ile çarparsak nal sayısını buluruz... Derken, Cinnali sözümü kesmiş “Ohoo siz daha hesaplayıp durun. Sen söyle  la Hasan” demiş, Hasan da:

“İkiyüzyetmişatbinseksennalaltıbindörtyüzseksenmıh” (270 at, 1080 nal, 6480 mıh) diye bağırınca, “Gördünüz mü bak... Hasan mektebe getmiyor emme sorulanı hemen cuvaplıyor” demişti.

Biz atların nalını mıhını hesaplamaya çalışırken Hasan’ın ezberlemiş olduğu lakırdıyı bir çırpıda söylemesi, Ali Rıza’yı ziyadesiyle etkilemişti.

●Hasan’ın Daha Ne Marifetleri Varmış

Ali Rıza ve Hasan’la beraber harmanda döven sürüyorken öğlen vakti  öküzleri sulamak için ırmağa indirince, biz de yıkanmaya niyetlenmiş, soyunmaya başlamıştık. Hasan şapkasını çıkarınca, kafasının ustura ile kazınmış fakat tam tepesinde yaklaşık 1 cm2 kadar kısımdaki saçlarının kız saçı gibi uzun bırakılmış olduğunu görmüştük. O saçların neden öyle uzun olduğunu sorunca, Hasan da bir çırpıda ve hızla:

“Resulullahefendimizinenbarabarcengevarıncaküffarkellemikesipdeyığmıyagötürürkenenmındarbarnahlarınıağzımasohmasınlardasaçımdandutsunlardiye”

Demişti;  ama, biz bundan hiçbir şey anlamamıştık. Ali Rıza Hasan’a “Ne diyon lan?” diye sorunca, o da aynı şeyi bir kez daha söylemiş,  ama biz yine bir şey anlamamıştık. Ali Rıza bunu Hasan’a tekrar tekrar söyletmiş, söylediklerinden anlayabildiklerini, bir çöp ile ırmağın kenarındaki çamura yazmıştı; “Resulullah Efendimizinen barabar cenge varınca, küffar kellemi kesip de yığmıya götürürkene, mındar barnahlarını ağzıma sohmasınlar da saçımdan dutsunlar diye” diyormuş. Ali Rıza da bunu ezberlemek için, o gün akşama kadar Hasan’a belki 100 kere tekrarlatmıştı. Sonunda ben de ezberlemiştim.

Ali Rıza bizim de bir şeyler bildiğimizi Hasan’a ispat etmek üzere, Serpincikl  çocukların ikimizden korkup kendi taraflarına kaçtıklarını, deyneklerini çamura vurunca ses çıkmadığını, havaya vurunca ses çıktığını söylemiş ve bunun sebebini anlatmıştı. Hasan da bunu ağabeyi Halla’ya anlatmış. Halla da bizi lağvete alarak, “Serpüncüğün uşağı sizden gorhup da mı gaçıyollar belliyorsunuz lan?   Onnar sizden değal, gatillikden gorhuyollar. «Eğer bir adam bir adamı sağabısı olduğu kendi tarlasında öldürürse cuvap yok. Eğer bir adam bir adamı onun sağabısı olduğu tarlada öldürürse idam” demişti.

Bir süre sonra Hasan, anasını ve köyünü özlemişti. Oğullarını görmeye gelen Haydar Efendi’ye durum anlatılmış, el kadar sabiye kimsenin dokunmayacağı söylenmişti. O da giderken, Hasan’ı da götürmüştü.

Hasan’ın ezbere bildiklerini, Ali Rıza’nın bilmemesinin sebebini, düşünerek çözmüştüm:

Ali Rıza, Ahi Paşaların Sarasan’daki Ermeni ortakçılarının  arasında büyümüştü.  İkisinin yaşadıkları ortamlar birbirinden çok faklıydı... O nedenle Hasan’ın ezberlediklerini,  Ali Rıza’nın bilmesi mümkün değildi.

●Ali Rıza Gâvur Mektebini Küçümsemeye Başlamıştı

Hasan’ın ezbere söylediği lafları, Ali Rıza da ben de ilk defa duyuyorduk. Ali Rıza, Hasan’ın, lakırdılarını peş peşe dizmesinden ve özellikle de “Resulullah Efendimizinen barabar cenge varınca...” tiradından çok etkilenmiş ve okula gittiğim halde onları bilmediğim için gâvur mektebini de beni de küçümsemeye başlamıştı. Churchill’i okuyamadığımı ve davara tuz verirken çıkardığımız sesi yazamadığımı ikide bir başıma kakıyor ve o da azaplara uyup okula gitmediği halde her şeyi bildiğini her fırsatta ispat etmeye çalışıyordu.

●En  Sağlam Gön Ne Gönü?

Tosunlarımızdan birine tren çarpmıştı. Azaplarımız da tosunun gönünden kendilerine ve Ali Rıza’ya çarık dikmişlerdi. Ben de heveslenmiştim, bana da dikmişlerdi. Bir süre çarıklarımızla dolaşıp durduk. Fakat sonra çarıklarımız yırtılmış, giyilecek hali kalmamıştı. Biz de yalınayak dolaşmaya başlamıştık. Bir gün Ali Rıza bana, “En sağlam gön ne gönü?” diye bir soru sormuştu...

- Camuz gönü, demiştim.

- Camuzdan da sağlam.

Bunun üzerine, ben de kafadan atmaya başlamıştım:

- Fil gönü.

- Filden de sağlam.

- Gergedan gönü.

- Ondan da sağlam.

“Deve gönü” olmadı, “zürafa gönü” de olmadı, “zebra gönü...” Oğlana gön beğendiremiyordum. Sonunda ona, “Sen söyle bakalım ne gönüymüş?” deyince Ali Rıza, alaylı bir sesle “Gâvur mektebinde öğretmediler mi?” demiş ve bir filozof edasıyla başını sallayarak, “Adam gönü adam... Bak, yalınayak dolaşıyoruz, tabanlarımız hiç yırtılmıyor” demişti.

Ali Rıza ile birlikte çiftlikte yaşadığım olaylardan sadece taş kömürünün oluşumuyla ilgili deneyimiz başarılı olmamıştı çünkü öğretmenimizin anlattığı teorik bilgiler, ilkokul çocuğunun kavrayabileceği nitelikte değildi. Ali Rıza, en sağlam gönün adam gönü olduğunu kitaplardan değil doğadan okumuştu ve ben de ona hak vermiştim; ama daha sonraki yıllarda, meselenin aslını biyoloji derslerinde okuyunca Ali Rıza’yı daha çok takdir etmiştim:

Ali Rıza, doğru da olsa,  yanlış da olsa, birçok şeyi doğadan izleyerek öğreniyordu. Yazıyı Sümerler icat etmişti; ama insanlar yazıdan önce hiçbir şey bilmiyor olamazlardı. Onlar da, Ali Rıza gibi öğrendikleri her şeyi, doğadan okuyarak öğreniyorlardı. Bunları düşünürken, sonunda şöyle bir çıkarım yapmıştım:

“İnsanlar var olduklarından beri, her ne öğrenmişlerse, doğadan okuyup öğrenmişlerdir.”

Gelecek seferki Makalemde Bilim Tarihini okuyunca bu anılarımı çağrıştıran olaylarla karşılaşmış olduğumu açıklamaya çalışacağım.

Saygılar