TÜRK SİYASAL SİSTEMİ İLE DEMOKRASİSİSİNİN “KÜRT MESELESİ”YLE İMTİHANI

TÜRK SİYASAL SİSTEMİ İLE  DEMOKRASİSİSİNİN “KÜRT MESELESİ”YLE İMTİHANI

Türk toplumu,  Mete Han’dan günümüze ,  devleti yönetme hak ve yetkilerinin kutsallığı ile donatılmış boyun iradesi altında,  egemenlik altına alınmış diğer boylar ile  farklı etnik ve kültürel toplulukların,  topluma ve dolayısıyla siyasete katılma  süreçlerinin gerilimlerini yaşamaktadır.

İfade edilen durum, Türk tarihinin “Cihan hakimiyeti” anlayışının neticesinde, fetihçi geleneğinin doğurduğu  bir sonuçtur aynı zamanda .  Zira Türkler, “Doğu’da gün doğusuna,  batıda gün batısına” fethederek egemenlik altına aldıkları bölgelerde, bir çok kavimle karşılaşmış ve bu kavimleri egemenlikleri altına  almış ve onlarla kaynaşmışlardır.  Bu nedenledir ki, söz konusu gerilim,  Türklerin bir anlamda kendilerini buldukları; fethettikleri topluluklarla birlikte kendilerini tanımlar ve konumlandırır hale geldikleri ortak bir tarihi de  ifade etmektedir. 

Hele hele, siyasi iradenin kuruluşu, el değiştirmesi ve ya  yeniden inşaası süreçlerinde,  söz konusu gerilim,  neredeyse tayin edici bir rol oynayacak kadar belirleyici  olabilmektedir.

Türkler, Orta Asya’da iken,   söz konusu gerilim,  Türk toplumunu  oluşturan  çeşitli boylar arasında yaşanıyorken; İran ve Anadolu coğrafyasına hakim olduklarında;  artık, devleti oluşturan  farklı etnik ve kültürel kimliklerin  egemenlik altına alınması süreçleri ile  birlikte,  Türklerin dışındaki  etnik ve kültürel yapıların  toplumsal ve siyasal hayata katılma ya da eklemlenme istek ve arzularının ortaya çıkardığı  gerilimler,  çatışmalar, uzlaşmalar;  kut anlayışı nedeniyle “devlette hakim  siyasi iradede beliren  gerilimlere” eklemlenmek suretiyle  yeni bir hal almıştır. 

Türk toplumunun siyasi tarihi,   bahsedilen olguların meydana getirdiği zenginliğin,  etnik çoğulculuğun ve ama aynı zamanda ortak kaderde bir araya gelmek ya da stratejik ortaklıklar inşa etmek üzere meydana getirilen uzlaşmaların tarihidir. 

Ancak ne yazık ki,  fetihçi doğası gereği,  Türk’ten başka toplumlarla uzlaşma ve ortak  tarih inşası; devleti oluşturan asli unsurun ikinci plana itilmesiyle sonuçlanmış ve devleti oluşturan halkın ekseriyeti “Etrak-ı bi idrak”,  “Türkmen” , “ Yörük”,  “Oğuz” ve nihayet  “Kızılbaş” adı altında aşağılanmış, ötekileştirilmiştir.   

Öyle ki,  siyasi iradeyi tesis eden ve  devleti oluşturan Türk-Türkmen kitleler ikinci plana itilmiş  ve devlet; bahsi geçen etnik  unsurların siyasi  gücünü arkasına alarak Hükümdarın etrafında kümelenen kesimlerin devleti haline gelmiştir. 

Büyük Selçuklu  Devletinde uzun süre vezirlik makamını işgal eden Nizamülmülk ve Nizamülmülk vasıtasıyla devlet bürokrasisine yerleşen kesimler,  anılan  durumun açık göstergesi olup; Selcuklu’nun güç kaybedip yıkılmasına neden olan Oğuz isyanlarının de  temel nedenidir. Benzer süreç Anadolu Selçuklularında  ve nihayet Osmanlılarda da görülür.

Alaattin Keykubat’ın   devlet bürokrasisinde  önemli görevler vermek suretiyle uzlaştığı Harezmli beylerin  güç ve etkinliğine karşı, ölümünden sonra  türlü entrikalarla  küstürülerek  devletten uzaklaştırılmaları, Anadolu’da Baba İlyas önderliğinde Devletin güç yitirip parçalanmasına yol açan  ikinci büyük Türk –Türkmen isyanının  siyasal zeminini oluşturmuştur.

Osmanlı dönemine gelindiğinde,  Devletin merkezi bir imparatorluk haline gelmesine paralel olarak, mutlak merkezi otoritenin tesis edilmesine duyulan ihtiyaç nedeniyle,   siyasi gücünü yönetimi altında bulundurduğu boy ve kabilelerden alan beylerin devlet bürokrasisindeki gücü  kırılmış;  aile ve toplumsal ilişki bağları  koparılmış olan  devşirmeler devlete hakim olmuşlardır.  

Merkezi otoritenin te’sis edilmesinde  ana eksen,  bürokraside devşirmeye dayalı  bir merkezileşme iken;  Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da  merkezileşmenin aksine, Kürt feodal beylerine  özerklik  tanımak suretiyle,  Safevi tehlikesine karşı, İslamcılığa dayalı yeni ve güçlü  bir siyasal ilişki tanzim edilmiştir. 

Akkoyunlu Türkmenlerinin oluşturduğu tarihsel geleneklerin,  merkezi siyasi otoritenin kuruluşunun ideolojisi olan İslamiyet ve İslami geleneklere adaptasyonunda karşılaştığı güçlükler ve özellikle Akkoyunlu toplumunu oluşturan  Türkmen aşiretler ile Karamanoğulları beyliğinin Selçuklu varisliği iddiası,  Türk ve Türkmen  toplulukların siyasi gücü yerine,  Osmanlıyla müttefik olabilecek yeni bir gücün ikame edilmesini gerektirmiştir. 

Bu nedenle Fatih, İstanbul’un fethinden hemen sonra, Doğu Anadolu’ya yönelerek, Anadolu’da siyasi otorite kurmaya yönelen Karamanoğulları beyliğiyle ittifak halindeki,   Akkoyunlu devletine son vermiştir. Pek doğal olarak,  Osmanlı Devletinin giderek yükselen Safavi  tehlikesine  karşı müttefik arayışı;   o tarihe kadar çoğunlukla  göçebe bir hayat süren ve temel geçim kaynağı hayvancılık olan Kürt aşiretlerini ön plana çıkarmıştır. 

Yavuz Sultan Selim dönemine gelindiğinde,  Kürt aşiretler ve topluluklar; devletin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki siyasi otoritesinin tesis eden, Osmanlı egemenliğinin gerçekleşmesinin aracı  unsurları haline gelmiş bulunmaktadırlar.   

Yavuz sultan Selim’in  İslami değerler ve inançlara aykırı geleneklere sahip  gördüğü Türk, Türkmen kitlelerinin karşısına Kürt feodal beylerini ,  İslami inançlarını tahkim ederek konumlandırması; Türk tarihinin dönüm noktalarından birini oluşturmaktadır. Zira, bu tarihten itibaren Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da katı bir İslamcılık hakim olmuş;  Kürtler, İslamlaşmak,  önemli şehirlere yerleşmek ve burada kökleşmekle birlikte;   Kürt feodal beylerin idaresinde,  özerk Kürt yönetimleri ortaya çıkmıştır. 

Fakat aynı zamanda, Selçuklu döneminde,  Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da büyük oranda Türk ve Türkmen kitlelerin yönetimi  altında olup¸ Türki kimliğe sahip,  Türk-Türkmen kitlelerin, diğer  etnik unsurlarla birlikte yaşadıkları şehirlerin  yönetimi ile şehirlerdeki   ticari, ekonomik, sosyal ve kültürel faaliyetlerin   Kürt feodal beylerin eline geçmesi;   şehirlerin demografik yapısı ile birlikte ekonomik ve kültürel  ilişkilerin de  el değiştirmesine neden olmuştur.  Şehirlerdeki medreselerde eğitim gören Kürt gençleri,  İslami bilimlerle birlikte pozitif bilimlerle de tanışıyor; felsefe, edebiyat, sanatla iştigal eden bir topluluk haline geliyorlar ve böylece Kürdler,  entelektüel alanda da gelişiyor ve  hatırı sayılır ilim ve kültür adamı yetiştiriyorlardı. Öyle ki giderek Kürdi bir kimliğe   doğru yol alan şehirlerde, gerçekleştirilen tarım, ticaret, zanaat gibi ekonomik faaliyetler sonucu, Kürt feodal beylerin uhdesinde   hatırı sayılır sermaye birikimi ile birlikte entelektüel  ve kültürel  birikim de  gerçekleşmiş; söz konusu birikim,  Kürd fedolleri ile din adamlarının tekelinde,  milli bir tarih  ve kültürün de doğmasına  ve  gelişmesine neden olmuştur.  Bu durum, Kürd toplulukların eğitimli ve zengin topluluklar haline gelmesine ve  Türk Türkmen kitlelerin ise  cehaleti ile sefaletine sebep olmaktaydı. 

Esas itibariyle, Kürt feodal beylerinin İdrisi Bitlisi marifetiyle Osmanlı egemenliğine girişi ve  yine  İdrisi Bitlisi vasıtasıyla kendilerine babadan oğula geçmek üzere tasarruf edebilecekleri  Yurtluk-ocaklık toprakların  bahşedilmesi suretiyle,  Osmanlı siyasi iradesine  bağlanmalarının en güçlü motivasyon kaynağı, din ve dinin ideolojik muhtevasını oluşturan  İslamcılık olmuştur.  

Bütün bu tarihsel olgular ışığında toplumsal tarihimiz gösteriyor ki,  Türk toplumu,  içine aldığı bütün etnik ve kültürel unsurların var olma ve kendini duyumsatma  mücadelesinde,  meydana gelen  tüm gerilimlere   rağmen,  siyasal tercihlerde bulunarak, farklı toplumsal kesimlerle  muhtelif uzlaşmalar yaratarak bu güne kadar ayakta durabilme basiret ve yeterliliğini gösterebilmiştir.  

Burada tercihler; rasyonel, stratejik tercihler söz konusudur.  

Türk İslam dünyası üzerindeki manevi gücünden yararlanmak üzere, Halifelik makamını da etkisi altına alarak, İslam dünyasının liderliğine  yönelen ve   iktidarını Halifeye kabul ettirmek suretiyle meşruiyet sağlayan siyasi irade;  İslam dünyası ile Türk dünyası ve yine İslam dünyası ile Anadolu arasında önemli bir mevki elde eden Kürt feodallerin gücünden yararlanmayı,  Türkmen gücünden yararlanmaya tercih etmiştir.  Zira, İslami geleneklere  pek de uygun olmayan, geleneksel dini inançlara sahip  olan Türkmen, Alevi, Kızılbaş toplulukların inanç  ve yaşam pratikleri, merkezi  otorite kurmaya yönelen Selçuklu ve akabindeki  Osmanlı  siyasi yapısının meşruiyetini sağlayan İslam ideolojisiyle  uyumda zorluklarla karşı karşıya bulunmaktadır. 

Bu nedenle,  İslam coğrafyasında hakimiyet kurmaya yönelen siyasi iradenin, söz konusu muhalif Türkmen gelenekleri üzerinden siyasi hegomanya kurması, kurabilmesi   mümkün görünmemektedir.  Haliyle,  Halid bin Velid üzerinden Araplarla soy ilişkisi; Emevi iktidarıyla ise   meşruiyet ilişkisi kuran Kürt siyasi gelenekleriyle  egemenlik tesis etmek, daha rasyonel, pratik  ve aynı zamanda  kalıcı sonuçlar doğuracak niteliktedir.  Ve fakat Doğu ve Güneydoğu’da siyasi iradenin tesis edilmesi sürecinde, Türk-Türkmen gücü yerine,  Kürt feodal beyleri ile din adamlarının gücüne dayanma konusunda gerçekleşen tercihler; aynı zamanda bu unsurlar kullanılmak yoluyla,   Türkiye’nin siyasi  ve toplumsal ilişkilerinin  tanzim edilmesine dönük, tarihsel gelenekleri ifade etmektedir. 

Bir başka açıdan  söyleyecek olursak,   Türk toplumu üzerinde siyasal hegomonya kurmaya yönelen siyasi irade;  Kürt feodal beylerine tanıdığı otonomi karşılığında, onların hararetle savundukları  İslami inançlar ile değerlerini, toplumsal tarihte kazanmış oldukları ayrıcalıklı ve prestijli  konumlarıyla  tahkim ederek;  muhalif siyasi gelenekleri hizaya getirmek,  siyasi otoriteye boyun eğmelerini sağlamak üzere ideolojik bir baskı aracı olarak kullanmaktan çekinmemiştir.  Bu gün de durum bundan farklı değildir.

Türk siyasi tarihinde belirtilen durumun  en önemli olgularından biri de, Kürdlerin  “Bave Kurdan(Kürdlerin babası) olarak kabul ettikleri, Sultan Abdülhamit’in bölgedeki Ermeni ve Alevileri dengede tutmak üzere kurduğu Hamidiye Alaylarının faaliyetleridir. Sultan Abdülhamit’in İslamcılık politikası doğrultusunda  Ermeni ayrılıkçı hareketler ile İttihatçıların Alevilere yönelik politikalarına karşı  faaliyete geçirdiği Hamidiye Alaylarının faaliyetleri;  meşrutiyet yanlısı, özgürlükçü fikirlerin gelişip kökleşmesinin önünde en büyük engeli oluşturmakla birlikte, siyasal sistemin demokratikleşmesi  eğilimlerinin baskılanmasına  da sebep oluyordu.  

Sonuç itibariyle, yukarıda sıraladığım tarihsel gelenekler ile olgular ışığında bu günün olgularına bakıldığında,  olaylar anlaşılır olmaktadır.

Hal böyle olunca, seçim sathi mahalline girdiğimiz şu günlerde;   Sayın Cumhurbaşkanının  neden başka bir gün değil de  özellikle    14 Nisan’da Diyarbakır’a gittiği ve neden Diyarbakır’da yaptırılan Cami ve Külliye’ye  başka bir Kürt ismi değil de;   Küdüs’ü Haçlılardan kurtarma misyonunu başarıyla icra eden, “Emevi dönemi” komutanlardan biri olan Selahattin Eyyubi ismini   verdiği anlaşılır olmaktadır.  Böyle olunca, bahsedilen siyasal eylemin, ideolojik planda,   Cumhurbaşkanının Suriye konusundaki politikalarında hedef olarak önüne koyduğu  “Emevi camiinde namaz kılmak”  söylemiyle de uyumlu olduğu görülebilir. 

Konuya bu açıdan bakıldığında, Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan’ın 14 Nisan  günü Diyarbakır’a yaptığı gezi ve Selahattin Eyyubi Cami ve Külliyesinin açılışı ile birlikte yaptığı konuşmasının;  Türkiye demokrasi tarihi açısından son derece önemli ve bir o kadar da anlamlı olmak yanı sıra   verdiği tarihsel  mesajlar bakımından da dikkate değer olduğu görülür.

Anılan bağlamda, Diyarbakır ziyaretinin, Şeyh Sait İsyanı’nın sona erdiği; daha doğrusu Şeyh Sait’in Abdurrahman Paşa Köprüsünde yakalanması ve/veya yanındaki kurmayları tarafından devlete teslim edildiği,  14 Nisan tarihine denk getirilmesi,  Şeyh Sait’in islami terminolojiyle açıklayıp temellendirdiği “kıyamı”nın; dinsel nedenlerini ön plana çıkararak, “Cumhuriyet rejiminin dinden uzaklaşma ve toplumu dinsizleştirme” konusunda Şeyh Sait ve çevresinin sahip olduğu algıları ile iddialarını önemsediğini;    bununla birlikte  Türk toplumundaki   mütedeyyin kesimlerin söz konusu  kaygılarını karşılamak üzere Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile devamı niteliğinde olan Demokrat Parti siyasi geleneklerinin, “dini duyarlılıklar ile Kürt meselesi  arasındaki  ilişkiler” konusunda geliştirmiş oldukları siyasi  geleneklere sahip çıktığını;  Kürdlerle  bu gün itibariyle kurulacak ilişkilerin ise,  söz konusu siyasi gelenekler üzerinden yürütülerek tanzim edileceğini  ifade ve ima  etmekte olduğunu anlıyoruz.

Zira, 14 Nisan 1925 Tarihinde, Şubat ayında başlayan ve yaklaşık üç ay süren Şeyh Sait İsyanı, Şeyh Sait’in yakalanmasıyla sona ermiş ve isyancıların yargılanması süreci başlamıştır.  Akabinde,  Takrir-i Sükün  Kanunu mucibince, Cumhuriyet tarihinin ilk muhalefet partisi  olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatılmış ve böylece    din ve dini  değerler ile önermeler  üzerinden   siyaseti inşa eden;  dini değerler ile önermeler üzerinden siyasi faaliyetlerine toplumsal meşruiyet zemini oluşturma çabası içinde bulunan  siyasi aktörlerin  faaliyetleri kısıtlanmıştır.  

Böylece Şeyh Sait isyanı sırasında çok açık bir biçimde ortaya çıkan, etnik ayrılıkçılık ile  ayrılıkçı eğilimlerin dini değerler ile önermelerden güç alma, meşruiyet kurma  ilişkisi  de koparılmış ve kontrol altına alınmıştır. Mustafa Kemal’in dinin siyasete alet edilmemesini  istemesinin temel nedeni de  de budur. 

Sayın Cumhurbaşkanının Diyarbakır gezisi ve konuşmalarından anlıyoruz ki, Türkiye siyasetinde önemli bir damarı temsil eden “sağ siyaset” Kürt meselesi konusunda kendi ana kodlarına, tarihsel gelenekleri ile  Kürtlerin siyasete bağlanma biçimine geri dönüyor;  Kürdlerle ilişkilerini bu minval üzerine  siyasete uyarlıyor.  

Bu nedenle hem ziyaret tarihi olarak 14 Nisan’ın seçilmesi ve hem de açılışı yapılan cami ve külliyeye  Selahattin Eyyubi isminin verilmesi,  Kürtlere verilen tarihi mesajlar bakımından önem kazanmış bulunmaktadır. 

Bu durum; aynı zamanda   “baldıran zehiri içme” pahasına Kürt meselesini çözmek üzere harekete geçen Cumhurbaşkanının, çözüm sürecinde  PKK’nın muhatap alınması konusunda   yaptığı hatayı düzeltme, tarihsel geleneklere ise  geri dönme  girişimi olarak  da değerlendirilebilir.

Nitekim, sayın Cumhurbaşkanı, her ne kadar  geniş bir toplumsal kesimden destek almakla   “Çözüm Süreci”ni başlatmış ise de süreç,  giderek Kürt meselesinin çözümü konusunda PKK ile müzakere ve uzlaşmaya doğru evrilmiş  ve bu nedenle de  istenilen sonuç elde edilememiş idi.  Küresel güçlerin Ortadoğu’da  bir  operasyon örgütü  olarak ede tuttukları PKK’nın muhatap ve  anılan örgütle  siyasal söylemleri itibariyle ortaklaşmış bulunan, HDP’nin aracı kılınması, toplumsal düzlemde , sorunun çözümü konusundaki toplumsal ve siyasal meşruiyetin de yitirilmesine  neden olmuştu.

Her ne kadar sorun bir süreliğine rafa kaldırılmış ise de, Türk siyasetinin doğası gereği  tarihsel olarak en önemli  partneri olarak gördüğü, Kürtlerin siyasete katılımları ile , kendilerine verilen tarihsel role uygun siyasal davranış geliştirebilmelerini sağlanması konusu yine de gündemde olup, hayati öneme sahiptir. Nitekim,  Ortadoğu’daki sosyal ve siyasi gelişmeler bağlamında Türk siyasasınca  Kürt meselesinin yeniden tanımlanması ve tespit edilmesi yanısıra,  doğurduğu  ve doğuracağı sonuçlar itibariyle çözüme kavuşturulması,  gerek iç ve gerekse dış siyasette  Türkiye’nin bekasına yönelik tehdit ve riskleri karşılayabilmek açısından elzemdir.  

Öyle anlaşılıyor ki Hükümet, sayın Cumhurbaşkanının Diyarbakır gezisinde ifade ettiği yeni , özgürlükçü ve sivil bir anayasa yapmak yoluyla, “Kürtlerin de etnik ve kültürel bir topluluk”  olarak anayasal tanımı içinde yer almasının siyasal zeminini,  belki de sadece tartışmayla sınırlı kalmak koşuluyla,  oluşturmakla işe başlamak istemektedir. Yeni, sivil ve özgürlükçü bir anayasa yapma önerisinin toplumda olduğu gibi, bende  de uyandırdığı kanı budur. 

Bir toplumsal sözleşme olarak, anayasada ; devlet, devlet aygıtını oluşturan unsurlar ile  devleti oluşturan halkın, vatandaşlık ve ya etnik ve kültürel vasıflar üzerinden tanımlanarak, hukuki bir çerçeveye kavuşturulması, doğuracağı sonuçlar itibariyle önemli bir husustur. 

Bu yönüyle kamu oyunda, PKK ve HDP’nin söylemleriyle giderek kabul gören ve dillendirilen  “eşit yurttaşlık” hukuki tanımının anayasada nasıl yer alacağı  çok önemli bir konu olup, tartışmanın kapsamını da genişletecek niteliktedir.  

Anayasal “eşit yurttaşlık” tanımının içinde, Kürdlerden başka  Lazlar, Gürcüler, Çerkezler, Kızılbaşlar, Zazalar  gibi etnik ve kültürel topluluklar yer alacak mı ya da bu kesimlerin   eşit yurttaşlık temelinde olası  istekleri nasıl karşılanacak?  Bir başka husus Anayasal eşit yurttaşlık  bağlamında,  ortaya çıkacak olan “ana dilde eğitim” sorunun nasıl çözüleceği konusudur. Öyle ki bu,  Tevhid-i Tedrisat Kanunu  çerçevesinde gerçekleştirilen eğitimin birliği ile  ortak kültürel değerlere katılımda sorunların belirmesine neden olacak niteliktedir. 

Dahası,  Türk toplumunun Ortadoğu’da gelişmeler bağlamında giderek güçlenen ve derinleşen  bölünme kaygısı karşılanmadan;  eşit yurttaşlık ve ana dilde eğitim konusunda yapılacak düzenlemeler;  anılan kaygıları daha da derinleştirip,  toplumsal kutuplaşmayı arttırmaz mı?  

Anılan sorular bağlamında düşünüldüğünde, bırakın AKP ve CHP’nin parti programlarında yer verdikleri  ve ancak şimdilerde pek de dillendiremedikleri, Avrupa Konseyi’nin “Yerel yönetimlere Özerklik Şartı” nın yerine getirilmesi  konusundaki  “Özerklik” şartını yerine getireceklerine yönelik politikaların uygulanabilmesini,  anadilde eğitimi bile tartışmanın güçlükleri ortadadır. Siyasal sistemin ise,   bütün vaat ve söylemlere rağmen,  anılan  gelişmeler ve koşullar nedeniyle bunları gerçekleştiremeyeceği aşikardır. 

Bu nedenledir ki muhalefet ve özellikle “Kürt sorunu”nu  özgürlükler, eşit yurttaşlık ve ana dilde eğitim bağlamında  dile getiren  HDP/PKK çizgisi, sorunu etnik ve kültürel bir temelden çıkarıp, sol bir söylem temeline oturtmak üzere, Yeşil Sol Parti söylemi haline getirmiş bulunmaktadır. Türk siyasi kurumlarıyla  tarihsel geleneklerinden gelen İslami  ideoloji vasıtısıyla kurduğu  siyasal ortaklığa muhalefet eden ve giderek  sol, sosyalist söylemleri ön plana çıkaran seküler Kürt hareketlerinin,  tam da bu noktada, Türk soluyla siyasal entegrasyona girmesinin,   çok önemli bir gelişme  olduğunu söyleyebiliriz. Eğer, PKK’ hakimiyetini kırabilir ve PKK’dan  bağımsızlaşabilir ve teröre karşı somut ve net bir tavır geliştirebilirse, Türk siyasi hayatına olumlu yönde katkı yapacağı düşünülebilir.  

Fakat bütün bu gelişmelere ve içsel dinamiklere rağmen, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Kürt Meselesi”nin çözümü konusunda verdiği mesajların, Kürt toplumunda güçlü bir karşılık bulacağına da şüphe yoktur.  Kürtler  ve özellikle Kürtlerin mütedeyyin kesimlerinin 2023 seçimlerinde önceki seçimlerde olduğu gibi, tarihsel geleneklerine uygun olarak, Türk siyasi hayatının  sağ blokunu oluşturan Cumhur ittifakından yana tercihde bulunacakları olasıdır.  İhtimali güçlendiren temel faktör ise, hiç kuşkusuz Sayın Cumhurbaşkanının Diyarbakır’da revize ettiği Kürt meselesi konusundaki politikasıdır.  Öte taraftan, HDP’nin kontrol ettiği bir kesimin ise  Cumhurbaşkanlığı seçiminde Kılıçdaroğlundan yana ve milletvekili seçimlerinde ise  Yeşil Sol Parti’yi tercih edecekleri aşikardır. 

Her halükarda, seçimin en büyük kaybı, Kılıçdaroğlunun Cumhurbaşkanlığını kazanması halinde bile   CHP’nin milletvekili kazanımlarında olacağı  açıkça görülmektedir.  

Zira, CHP’nin  Kürt sorunu konusundaki yaklaşımının giderek HDP ile  aynı perspektifte birleşmesi ve özellikle de  HDP’nin Cumhurbaşkanı adayı çıkarmamak suretiyle örtük olarak Kılıçdaroğluna verdiği destek  karşısında; Cumhur ittifakının  Kürt meselesinden doğan gerilimleri  islami değerler ve  tarihsel gelenekler üzerinden  yumuşatma ve  yönlendirme girişiminin tayin edici bir  hale gelebileceği söylenebilir.  

Öyle ki  Doğu ve Güneydoğu’da  milletvekili  seçimlerinde AKP ve Yeşil Sol Parti’den yana siyasal tercihlerinin   önceki seçimlerde ortaya çıkan dengede gerçekleşeceği;  CHP ile HDP arasındaki  örtük  işbirliğinin ise  batı illerinde CHP’nin  çıkarmayı hedeflediği milletvekili sayısında düşüşe yol açacağı açıkça görülebilmektedir.

Sonuç itibariyle, 14 Mayıs seçimlerine doğru yol alırken,   Türk siyasal sistemi ve demokrasisinin, “Kürt Meselesi”nin  çözülmesi ihtiyacı ile  “Kürt Meselesinin”  ortaya çıkardığı zorluklar ve açmazlarla bir kez daha imtihan edildiği  ve günün sonunda; Türk siyasal sisteminin “Kürt Meselesi” aracılığıyla tanzim edildiği;  Hükümetin, Kürtlerin dini değerler ile siyasete bağlanma geleneklerine yaptığı atıflar ile  söylemlerinin,   tıpkı Demokrat parti iktidarında olduğu gibi  demokrasi özlemi içindeki Türk toplumunun gelecek umutlarını şimdiden teslim alarak tayin edici bir  unsur haline geldiği  söylenebilir.